ÇAĞININ ÖTESİNDE BİR YAZARI ANLAMAK
“Savaş Barıştır/ Özgürlük Köleliktir/ Cahillik Güçtür”… Aslında tam olarak bu sloganla başladı Orwell’ın bize aktarmak istediği şey. İlk başlarda kendi kendime kuruntu yaptığımı düşündüm, fakat esas büyük resmi çok sonra görebildim: yönetilmeye mahkum bırakılıyoruz.
Bir yönetme ve yönetilme olgusu, insanlığın kabileler halinde yaşama geçiş yaptığı paleolitik çağdan itibaren karşımıza çıkmaya başlamıştır. Güçlü olanın güçsüz üzerinde söz sahibi olduğu, onu yönettiği kabile hayatlarına henüz insanlığın ilk izlerinde bile rastlamak pek mümkündür. Bu dönemlerden itibaren söz konusu üstünün diğerlerinden ayrıldığı bir sistem oluşmaya başlayınca haliyle “bencillik” ve “özlük” kavramlarıyla tanışmıştır insanlık. Tabii bu öğretilerden sonra insanın insanı yönetmesi, sömürmesi, ona zulmetmesi, baş kaldırması kaçınılmaz olmuştur. Haliyle atasından bunları gören insan da kendinden sonraki nesillere bunları öğretmiştir. Yani ucu bitmeyen bir zincir olup günümüze kadar gelmiştir yönetme ve boyun eğme psikolojisi. Bu noktadan bakıldığında Thomas Hobbes’un da dediği gibi “İnsan, insanın kurdudur” yaklaşımı anlam kazanmaktadır.
Çağlar boyunca bu temel öğreti aynı kalmışsa da doğal olarak özellikle insanlığın ve teknolojinin gelişmesiyle birçok noktada değişime uğramıştır. Bu kontrol stratejilerinin değişimlerinin esas nedenlerinden birisi de, yönetilenin yönetildiğini ve sömürüldüğünü fark etmesi (veya en azından bu şekilde düşünmesi/ çıkarlarına ters düşen bir durumla karşı karşıya kalması), bu durumda kendi “bencilliğini” ön plana çıkarması ve kendisini yöneteni devirmesidir. Bunların örneklerini aramak için pek uzağa gitmeye gerek yok, hemen birkaç yüzyıl önceye bakarsak özellikle Avrupa’da Fransız İhtilali gibi kitleleri etkilemiş köklü devrimlerden veya çok büyük yıkımlara yol açmış I. Dünya Savaşı’ndan, ardından ortaya çıkmış totaliter rejimlerden söz edebiliriz. Bu totaliter rejimler, özellikle ABD ve SSCB gibi ülkelerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kutuplaşmasına sebep olmuştur. Yeni iki kutuplu dünyadaki güçlerin net bir yansımasına romanda da rastlamaktayız. Yapıtta oldukça farklı noktalarda karşımıza çıkan “yoldaş” kavramı aslında sosyal rejimlere ait bir kavramdır diyebiliriz. Burada sorgulamamız gereken esas nokta, kitapta yazarın sosyalist veya kapitalist yanlısı bir tutum içerisinde olup olmadığını saptamaktır. Eseri, Orwell’ın hayatıyla paralel olarak incelersek net bir biçimde sosyalist devrimi savunduğunu söyleyebiliriz ancak kitabın içeriği ve tamamı kapsamında ele alacak olursak yazarın baskı ve kontrol temelli diktatörlüğe kayan sosyalizme ve kapitalizme eleştiri getirdiğini söyleyebiliriz. Yakın tarihe bakacak olursak, SSCB’de yaşananmış yönetim değişikleri ve özellikle romandaki gibi insanları etkisi altına almış kızıl devrimin yıkımlarına eserde rastlamak çok mümkün. Ortaya çıkan Büyük Birader figürü de tüm bu bahsettiklerimizin cabası olur. Tüm bu bağlamlardan yola çıkarak, özellikle yapıtta sıkça kullanılan “yoldaş” gibi kavramların da bizlere belirgin bir hedef göstermesi ve komünal bir sisteme ait bir toplum yapısı gördüğümüzden dolayı eserin II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’ndeki Stalin yönetiminin totaliter, baskıcı rejiminin ve rejimin beraberinde getirdiği bozuklukları eleştirdiğini çıkarımında bulunabiliriz.
George Orwell’ın da bu distopyayı yazarken tüm bunlardan etkilenip yola çıktığını düşünmemek elde değil. Özellikle romanda sıkça üzerine atıflarda bulunan kitle psikolojisi, körü körüne bağlılık ve kontrol toplumu oluşturma gibi kavramlar, bizlere Orwell’ın okuyucuya neyi aktarmayı hedeflediğini anlamamız konusunda yardımcı olmakta.
Kitabın bizlere anlatmaya çalıştığı şey hiç tereddütsüz “yalnızca” dışarıdan çok basitmiş gibi gözükmekte diyebiliriz. Yapıt, özgürlüğün hiç olmadığı, insanların yaşam kalitesinin yerlerde süründüğü ve tüm bu sefalete rağmen mevcut düzenin eskisinden daha iyi olduğuna inandırılmış insanlardan oluşan hayali bir dünyadan bahsetmektedir. Yazar kitapta dünyayı 3 büyük ülkeden oluşturmuştur: Okyanusya (ki bu Smith’in yaşadığı ülkedir), Avrasya, Doğu Asya. Bu sistem içerisinde tutunmaya çalışan bir “malum (iç) parti” mensubu Winston Smith’in yaşadıkları okurun karşısına çıkartılmıştır. Orwell’ın okurun kafasında oluşturduğu ilk sorgulama kıvılcımı, Smith’in içinde olduğu sistemin memnuniyetsizliğinden uykusunda bile arınamaması olur. Henüz beyninin tamamı yıkanmış olmayan Smith, sisteme boyun eğmek yerine sorguladığı için Okyanusya yasalarınca “düşünce suçu” işlemiş olur. Kendilerinin devlet eliyle tek tipleştirildiğini, sömürüye maruz bırakıldığını, haklarının ellerinden alındığını, kutuplaştırıldıklarını fark eden Smith, bu yanlışların içerisinde sürünmekten bıkmıştır. Tek sorun bunlar değildir “mükemmel” Okyanusya ülkesinde; çarpık kentleşme, yoksulluğa terkedilmiş proleterya, hiçbir şekilde bağımsız olmayan medya, işkencelere maruz kalan insanlar yalnızca en çok göze çarpan problemlerdir.
Yapıtta üzerinde en çok durulması gereken oluşumlardan birisi de “Büyük Birader”dir. Büyük Birader bir figür, idoldür. Asla yanlış yapmaz ve tüm gücü elinde bulundurur. Halkın yüreğine inanılmaz bir korku ve bir o kadarda güven ve huzur(!) serpmektedir. Herkes için bir kurtarıcı rolüne bürünmüş Büyük Birader, gerçekte insanları sistematik biçimde önce sömürüp sonra yaptıkları fark edilmeden onları yok etmektedir. Aslında kitabın okuru tamamen içine çevirmesi burada tamamlanmış olur. Sorgulama kıvılcımı bu noktadan sonra okur için bir aleve dönüşür. Düşünmenin, fikir belirtmenin bile yasak olduğu bir dünyada insanlara sefaletin iyilik olarak gösterilmesi bile sorgulanacak bir kavram olur ve okuyucunun karşısına çıkar.
Orwell bizlere Winston Smith’in bakış açısından faydalanarak totaliter bir toplumun nasıl işlediğini, toplumun düzenini bozduğu düşünülen kişilerin nasıl tele-ekranlarla ve casuslarla tespit edilip cezalandırıldığını gösterir. Tele-ekranlar en basit anlamıyla insanları evlerinde dahi gözetleyen hem veri alma hem de veri verme özelliğine sahip cihazlardır. Düşünce Polisleri (Okyanus’yada devletin izin verdiği kadar düşünebilirsiniz), bu aletler sayesinde insanları her daim gözetleyebilmekte ve “düşünce suçlularını” tespit edebilmektedir. Bu sistem, insanların içine müthiş bir korku salar ve tele-ekranların insanlarda oluşturduğu baskı onların iç dünyalarını da etkileyip onları itaat etmeye zorlar. Kısacası tele-ekranlar, yapıtta dikkat çekilmek istenen dijital diktatörlüğün en somutlaşmış örnekleridir. Eser bu aşamada bize çok net bir biçimde, baskıcıl ve totaliter rejimlerde düzenin sürekli dış baskıyla değil, aksine bir süre sonra insanların içlerindeki güven duygusuna paralel olarak korku ve inanç değişimlerinin kontrolü sonucunda sağlandığı gösterir: birey yönetimde yanlışı aramaz, giderek kendi iç dünyasına hapsolur ve oradan kurtulamaz. Farklı bir şekilde açıklayacak olursak, bu tip toplumlarda devletin elindeki yargı ve ceza makamları toplum gözünde olduğundan çok daha fazla yüksek mertebelere eriştirilir. Çünkü insanların ancak korku yoluyla sistem içerisinde tutulabileceğine ve kontrol altına alınabileceğine inanılmaktır.
Tüm toplumun baskı ve tek tip bir sürü gibi yaşamasına rağmen herkesin mevcut iktidara boyun eğmesindeki sebep sadece korku değildir. Burada insanın konfor alanı rahatlığından kopamaması devreye girer. Romanda çok büyük ölçüde insan düşüncesine ihtiyaç duyulmadığı gözlemlenebilir. Her şey insanlar için mevcut sistem tarafından belirlenmiştir. Örneğin söyle-yaz cihazları insanların eline kalem bile alma gereksinimine ihtiyaç duymamalarını sağlarken, tele-ekranlardan gündemle ilgili her habere erişilebilmesi, duvarlarda bulunan tüpler sayesinde gazete almak için dışarı bile çıkmaya gerek kalmaması da bu konfor alanını genişleten yeniliklerdendir.
Ekin Yaka
“Savaş Barıştır/ Özgürlük Köleliktir/ Cahillik Güçtür”… Aslında tam olarak bu sloganla başladı Orwell’ın bize aktarmak istediği şey. İlk başlarda kendi kendime kuruntu yaptığımı düşündüm, fakat esas büyük resmi çok sonra görebildim: yönetilmeye mahkum bırakılıyoruz.
Bir yönetme ve yönetilme olgusu, insanlığın kabileler halinde yaşama geçiş yaptığı paleolitik çağdan itibaren karşımıza çıkmaya başlamıştır. Güçlü olanın güçsüz üzerinde söz sahibi olduğu, onu yönettiği kabile hayatlarına henüz insanlığın ilk izlerinde bile rastlamak pek mümkündür. Bu dönemlerden itibaren söz konusu üstünün diğerlerinden ayrıldığı bir sistem oluşmaya başlayınca haliyle “bencillik” ve “özlük” kavramlarıyla tanışmıştır insanlık. Tabii bu öğretilerden sonra insanın insanı yönetmesi, sömürmesi, ona zulmetmesi, baş kaldırması kaçınılmaz olmuştur. Haliyle atasından bunları gören insan da kendinden sonraki nesillere bunları öğretmiştir. Yani ucu bitmeyen bir zincir olup günümüze kadar gelmiştir yönetme ve boyun eğme psikolojisi. Bu noktadan bakıldığında Thomas Hobbes’un da dediği gibi “İnsan, insanın kurdudur” yaklaşımı anlam kazanmaktadır.
Çağlar boyunca bu temel öğreti aynı kalmışsa da doğal olarak özellikle insanlığın ve teknolojinin gelişmesiyle birçok noktada değişime uğramıştır. Bu kontrol stratejilerinin değişimlerinin esas nedenlerinden birisi de, yönetilenin yönetildiğini ve sömürüldüğünü fark etmesi (veya en azından bu şekilde düşünmesi/ çıkarlarına ters düşen bir durumla karşı karşıya kalması), bu durumda kendi “bencilliğini” ön plana çıkarması ve kendisini yöneteni devirmesidir. Bunların örneklerini aramak için pek uzağa gitmeye gerek yok, hemen birkaç yüzyıl önceye bakarsak özellikle Avrupa’da Fransız İhtilali gibi kitleleri etkilemiş köklü devrimlerden veya çok büyük yıkımlara yol açmış I. Dünya Savaşı’ndan, ardından ortaya çıkmış totaliter rejimlerden söz edebiliriz. Bu totaliter rejimler, özellikle ABD ve SSCB gibi ülkelerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kutuplaşmasına sebep olmuştur. Yeni iki kutuplu dünyadaki güçlerin net bir yansımasına romanda da rastlamaktayız. Yapıtta oldukça farklı noktalarda karşımıza çıkan “yoldaş” kavramı aslında sosyal rejimlere ait bir kavramdır diyebiliriz. Burada sorgulamamız gereken esas nokta, kitapta yazarın sosyalist veya kapitalist yanlısı bir tutum içerisinde olup olmadığını saptamaktır. Eseri, Orwell’ın hayatıyla paralel olarak incelersek net bir biçimde sosyalist devrimi savunduğunu söyleyebiliriz ancak kitabın içeriği ve tamamı kapsamında ele alacak olursak yazarın baskı ve kontrol temelli diktatörlüğe kayan sosyalizme ve kapitalizme eleştiri getirdiğini söyleyebiliriz. Yakın tarihe bakacak olursak, SSCB’de yaşananmış yönetim değişikleri ve özellikle romandaki gibi insanları etkisi altına almış kızıl devrimin yıkımlarına eserde rastlamak çok mümkün. Ortaya çıkan Büyük Birader figürü de tüm bu bahsettiklerimizin cabası olur. Tüm bu bağlamlardan yola çıkarak, özellikle yapıtta sıkça kullanılan “yoldaş” gibi kavramların da bizlere belirgin bir hedef göstermesi ve komünal bir sisteme ait bir toplum yapısı gördüğümüzden dolayı eserin II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’ndeki Stalin yönetiminin totaliter, baskıcı rejiminin ve rejimin beraberinde getirdiği bozuklukları eleştirdiğini çıkarımında bulunabiliriz.
George Orwell’ın da bu distopyayı yazarken tüm bunlardan etkilenip yola çıktığını düşünmemek elde değil. Özellikle romanda sıkça üzerine atıflarda bulunan kitle psikolojisi, körü körüne bağlılık ve kontrol toplumu oluşturma gibi kavramlar, bizlere Orwell’ın okuyucuya neyi aktarmayı hedeflediğini anlamamız konusunda yardımcı olmakta.
Kitabın bizlere anlatmaya çalıştığı şey hiç tereddütsüz “yalnızca” dışarıdan çok basitmiş gibi gözükmekte diyebiliriz. Yapıt, özgürlüğün hiç olmadığı, insanların yaşam kalitesinin yerlerde süründüğü ve tüm bu sefalete rağmen mevcut düzenin eskisinden daha iyi olduğuna inandırılmış insanlardan oluşan hayali bir dünyadan bahsetmektedir. Yazar kitapta dünyayı 3 büyük ülkeden oluşturmuştur: Okyanusya (ki bu Smith’in yaşadığı ülkedir), Avrasya, Doğu Asya. Bu sistem içerisinde tutunmaya çalışan bir “malum (iç) parti” mensubu Winston Smith’in yaşadıkları okurun karşısına çıkartılmıştır. Orwell’ın okurun kafasında oluşturduğu ilk sorgulama kıvılcımı, Smith’in içinde olduğu sistemin memnuniyetsizliğinden uykusunda bile arınamaması olur. Henüz beyninin tamamı yıkanmış olmayan Smith, sisteme boyun eğmek yerine sorguladığı için Okyanusya yasalarınca “düşünce suçu” işlemiş olur. Kendilerinin devlet eliyle tek tipleştirildiğini, sömürüye maruz bırakıldığını, haklarının ellerinden alındığını, kutuplaştırıldıklarını fark eden Smith, bu yanlışların içerisinde sürünmekten bıkmıştır. Tek sorun bunlar değildir “mükemmel” Okyanusya ülkesinde; çarpık kentleşme, yoksulluğa terkedilmiş proleterya, hiçbir şekilde bağımsız olmayan medya, işkencelere maruz kalan insanlar yalnızca en çok göze çarpan problemlerdir.
Yapıtta üzerinde en çok durulması gereken oluşumlardan birisi de “Büyük Birader”dir. Büyük Birader bir figür, idoldür. Asla yanlış yapmaz ve tüm gücü elinde bulundurur. Halkın yüreğine inanılmaz bir korku ve bir o kadarda güven ve huzur(!) serpmektedir. Herkes için bir kurtarıcı rolüne bürünmüş Büyük Birader, gerçekte insanları sistematik biçimde önce sömürüp sonra yaptıkları fark edilmeden onları yok etmektedir. Aslında kitabın okuru tamamen içine çevirmesi burada tamamlanmış olur. Sorgulama kıvılcımı bu noktadan sonra okur için bir aleve dönüşür. Düşünmenin, fikir belirtmenin bile yasak olduğu bir dünyada insanlara sefaletin iyilik olarak gösterilmesi bile sorgulanacak bir kavram olur ve okuyucunun karşısına çıkar.
Orwell bizlere Winston Smith’in bakış açısından faydalanarak totaliter bir toplumun nasıl işlediğini, toplumun düzenini bozduğu düşünülen kişilerin nasıl tele-ekranlarla ve casuslarla tespit edilip cezalandırıldığını gösterir. Tele-ekranlar en basit anlamıyla insanları evlerinde dahi gözetleyen hem veri alma hem de veri verme özelliğine sahip cihazlardır. Düşünce Polisleri (Okyanus’yada devletin izin verdiği kadar düşünebilirsiniz), bu aletler sayesinde insanları her daim gözetleyebilmekte ve “düşünce suçlularını” tespit edebilmektedir. Bu sistem, insanların içine müthiş bir korku salar ve tele-ekranların insanlarda oluşturduğu baskı onların iç dünyalarını da etkileyip onları itaat etmeye zorlar. Kısacası tele-ekranlar, yapıtta dikkat çekilmek istenen dijital diktatörlüğün en somutlaşmış örnekleridir. Eser bu aşamada bize çok net bir biçimde, baskıcıl ve totaliter rejimlerde düzenin sürekli dış baskıyla değil, aksine bir süre sonra insanların içlerindeki güven duygusuna paralel olarak korku ve inanç değişimlerinin kontrolü sonucunda sağlandığı gösterir: birey yönetimde yanlışı aramaz, giderek kendi iç dünyasına hapsolur ve oradan kurtulamaz. Farklı bir şekilde açıklayacak olursak, bu tip toplumlarda devletin elindeki yargı ve ceza makamları toplum gözünde olduğundan çok daha fazla yüksek mertebelere eriştirilir. Çünkü insanların ancak korku yoluyla sistem içerisinde tutulabileceğine ve kontrol altına alınabileceğine inanılmaktır.
Tüm toplumun baskı ve tek tip bir sürü gibi yaşamasına rağmen herkesin mevcut iktidara boyun eğmesindeki sebep sadece korku değildir. Burada insanın konfor alanı rahatlığından kopamaması devreye girer. Romanda çok büyük ölçüde insan düşüncesine ihtiyaç duyulmadığı gözlemlenebilir. Her şey insanlar için mevcut sistem tarafından belirlenmiştir. Örneğin söyle-yaz cihazları insanların eline kalem bile alma gereksinimine ihtiyaç duymamalarını sağlarken, tele-ekranlardan gündemle ilgili her habere erişilebilmesi, duvarlarda bulunan tüpler sayesinde gazete almak için dışarı bile çıkmaya gerek kalmaması da bu konfor alanını genişleten yeniliklerdendir.
Ekin Yaka
1984 Eserinin Günümüz Totaliter Rejimleri ile Bağdaşıklığı
1984 adlı eserde anti-komünist/sosyalist bir yazar olan George Orwell, kitapta bahsi geçen rejimin eşit dağıtım ilkelerini eleştirmek yerine devrim sonrası başa geçen yönetici sınıfın süreklilik gösteren bir totaliter rejimin devamlılığı adına ortaya koyduğu kurnaz, şeytani ve hatta çoğu zaman da acımasız olan politikaları tanrısal ve tarafsız bir perspektifle gözler önüne sermektedir. Tür bakımından distopik olarak kabul edeceğimiz bu eser tüm bu politikaların toplum üzerinde yarattığı manipülatif etkileri Sosyolojik olgular bütünü olarak gözümüze acımasızca sokmaktadır. Okyanusya adlı kurgusal bir uygarlıkta geçen bu eleştirel eser, bizlere orta sınıf, tekdüze bir yaşama sahip olan ve pek de çekici olmayan bir beyaz yakalı vatandaşın penceresinden aktarılmaktadır. Winston Smith adındaki kahramanımız, bizzat yönetici sınıf tarafından yaratılan korku toplumunun toksik etkilerinden bunaldıkça sistemin içerisinde var olan hegemonyanın da farkına vararak ona sonsuz bir nefret besleyecektir. Keza sistem, insanı insan yapan her türlü duygusal hissiyatlar ve cinsel dürtüler gibi temel özellikleri yontarak kendine sonsuz bir aidiyet ile bağlılık gösteren sivil militanlar yaratmaktadır.
Distopya edebiyatı düzen, yaşanılan toplum içerisinde yaşayan halkın olumsuz hissiyatları, sosyal adaletsizlikler, yolsuzluklar, hegemonya ve hiyerarşinin ortaya çıkardığı eşitsizlikler, hukuki sistemin çökmüş olması, kitlelerin psikolojisi, kutuplaşma, rejimin kendi devamlılığı açısından ortak bir düşman yaratması gibi konuları ele almasıyla, pek çok açıdan tüm insanlık adına uyarı mahiyetinde çalınan acil durum sirenleri gibidir. Eserin okunduğu süreç boyunca bu siren acı acı çalar, insanda derin bir rahatsızlık hissiyatı uyandırır; ancak tüm bunlarla birlikte yazar, insanın bu karmaşanın içinde kaybolup eseri bu düzenin içinde var olan birinin kimliği altında anlamlandırarak okumasını sağlar. Okumanın tamamlanmasının ardından ise bireyin yaşadığı toplumu yeniden anlamlandırıp okuduğu eser ile yaşadığı çevreyi ortak ve farklı yönlerden bakımından bağdaştırıp ayrıştırmasına vesile olur.
Distopik edebiyat örnekleri içerisinde George Orwell’ın 1984 adlı romanı katı, süslülükten uzak, yalın anlatımı, gerçekçi betimleme özellikleriyle ve umutsuz bir yaşantıya sahip bir vatandaşın sistemin ondan çaldıklarını fark etmesini konu edinmesiyle ön plana çıkmaktadır. Politik açıdan kısmen başarılı olan bu eser, 20 yüzyılın ilk yarısında otoriter rejimlerin sosyalist kanattan çıkması konusunda tutarlı bir öngörüye sahiptir. Ancak Soğuk Savaşın kapitalist kanadın zaferi ile sonuçlanması, otorite sahiplerinin sözde özgürlükçü politikalar gütmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu durum eserin otoriter rejimlerin dinamiklerini ortaya koyuş biçimini etkilememektedir. Aynı politikalar günümüzde neo-liberal kanat tarafından halk üzerinde uygulanmaktadır.
Bu durum da eserin güncelliğini 70 küsur yıl boyu korumasını sağlayan bir olgudur. Yani sahnede oynanan oyun her seferinde aynı oyundur. Değişen şey oyuncular ve kostümlerdir.
Eser içerik bakımından ekolojik ya da bilimsel temelli bir distopyanın özelliklerini taşımaz, ancak okuyucuya, bu tür distopik anlatıların da içine yerleşebileceği bir zemini sunar. Yazar duruşuyla ve anlatımıyla eserde ortaya koyduğu anlatının, katı bir politik distopya olduğunu iliklerimize kadar hissettirme gayesi gütmektedir. Her ne kadar çağının ilerisindeki bir geleceğin kurgulanmakta olduğu bir eser ortaya koymuş olsa da yazar, tüm katılığı ve gerçekliği ile asıl duruşunu, eserin yapısını gözler önüne seren politik bir distopyada gösterir. Eserin bu politik karakteri bugün de temel sorunlarımızdan olan mutlakiyetçi yönetim biçimleri, totalitarizm, itaat ve yabancılaşma gibi temel sorunları yansıtır ve hatta önceden haber verir.
Totaliter pratikler günümüz dünyasında, kendilerini tüm çıplağı ile teknolojinin kullanımı yoluyla var eder. Günümüzde de ortalama bir evde birden fazla ekrana sahip araç-gereçler vardır ve bu araç gereçlerle ortam dinlemesi, veri araştırması ve konum takibi yapmak dünyadaki her istihbarat birimi tarafından çocuk oyuncağı haline getirilmiş ve yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Bir şeylerin gizli kalması istenmiyorsa, o şey gizli kalamaz. Tıpkı kitapta Winston ve Julia adlı karakterlerin bir antikacı dükkanının içindeki gizli bir odada çok da fazla gizli kalamadıkları gibi.
Günümüzde haklı veya haksız bir biçimde hüküm giyen pek çok suçlunun yakalanma hikayesi de buna benzemektedir. İnsanların ceplerindeki hayatlarını kolaylaştıran bu sihirli aletler, otoritelerin istihbarat birimleri tarafından kullanılmıştır ve bu birimlerin kendisi ile ilgili gizli tutması gereken konum veyahut türevi bilgileri bu birimlere aktaran bir aracı olması bakımından suçlu görülen bireylerin hayatlarının bir bölümünü veya geri kalan bölümünü demir parmaklıklar ardında geçirmelerinde önemli bir rol oynar. Teknoloji bu yönüyle ilk başta adalete hizmet eden kadim bir kahraman gibi görünse de otoritelerin bu gücü kullanım amacı da bu durumun değişkenlik göstermesi yönünden en etkili etmendir. Günümüzde pek çok ülkede insanlar halen rejim eleştirileri, kişisel düşünce paylaşımları, politik görüş beyanları, eylem veya protestolar düzenlemek ya da katılmak, sosyal medya platformlarında politik bir fraksiyon üzerinden iktidar sahiplerini memnun etmeyecek paylaşımlarda bulunmak gibi insanların kendini ifade etmesi durumlarında hüküm giyebilmektedirler. Bu insanlar rejimin hatalarını şeffaf bir biçimde aktarması veya halkın iradesinin ve insanlık onurunun iktidar sahibi tabakalar tarafından ayaklar altına alınması durumlarının adaletsizliğini gözler önüne sermeye gayret ettiğinde ise, kabinesini kravat takan kabadayılardan oluşturan otoriteler tarafından “düşünce suçu” işlemiş kabul edilecek ve bu suç üzerinden hüküm giyeceklerdir.
Normal şartlar altında başta hukuk olmak üzere her alanda gelişmiş toplumlarda düşüncenin çeşitliliği yönetici sınıf tarafından hor görülmez. Çünkü o toplum gelişmişliğini fikirlerin çeşitliliğinden doğan farklı devrimlere borçludur. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse: Sanayi Devrimi, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi… Bu devrimler hukuk, din, sanat ve makineleşme konusundaki çeşitliliği arttırmış ve bu alanlardaki diğer seçeneklere nazaran her alanda ideale daha yakın bir yenilikler bütününü doğurmuştur. Ancak bu uğurda pek çok otorite yıkılmış, yerine yenisi geçmiştir. Bu otoriteler köklü değişimlerin kendi yozlaşmış rejimlerinin sonunu getireceğinin bizzat farkında olduğu için rejiminin sürekliği adına Makyavelist politikalarla isyanları bastırmak için her türlü katliamı ve çirkinliği çekinmeden yapmıştır. Tarih sahnesi boyunca onlar için kendi iktidarlarının sürekliliği, halkının refahı ve gelişmişliğinden daha yüce bir hal almıştır.
Diktatörlük ile yönetilen toplumlarda göze çarpan iki şey vardır: O toplumun gündelik yaşamda kullandığı araç gereçlerin nostaljik bir havasının olması (takdir edersiniz ki bu durum ekonomik sıkıntıların doğurduğu bir sonuçtur) ve o toplumun her bir ferdinin giyiminin, konuşma biçiminin ve hareketlerinin neredeyse tıpa tıp aynı olması. (Bu da bizzat devlet eli ile yaratılan bir olgudur. Farklılıklar farklı akımları doğurur. Az önce de altını çizdiğimiz gibi bu da otoriter bir iktidarın temellerini sarsma potansiyeline sahiptir).
Bu eser üzerinden giderek Okyanusya’nın teknolojik gelişmeler konusunda ne denli çağdaş olduğunu saptamamız mümkün değil; çünkü kitapta diğer ülkelerin gelişmişlik düzeyi söz konusu olduğunda, bu konu hakkında yorum yapmamızı sağlayacak derecede bir bilgi aktarımı yapılmamaktadır. Ancak insanların yaşantısının tekdüze, birbirinin neredeyse aynısı, iç karartıcı ve can sıkıcı olduğu defalarca kez vurgulanmıştır. Öyle ki bu kasvetli havasıyla romanın içindeki bir karakter olup kurgulanan mekan içerisinde yaşamımızı sürdürdüğümüz düşüncesi hepimizin içini ürpertmiş, tüylerini diken diken etmiştir. Aslında bu detaylar, romana kasvetli bir hava katmasının yanı sıra bize günümüz ile ilgili bir sinyal de çakmıştır. Günümüzde Kuzey Kore’de İran İslam Cumhuriyeti’nde, Arap Yarımadasında ve daha nice diktatörlüğün demir pençesi altında acı çeken, kan kusan ve sessiz sedasız suda çözünen bir aspirin edasıyla eriyip giden bir genç nüfusu olan diyarlarda da bizzat devlet eli ile pek çok konuda tek tipleştirme gözlenir. Bu tek tipleştirmeler giyim, siyasi ideoloji, dil ve jargon gibi çeşitli alanlarda görülebilir. Amaç basittir: kendine sadık, tek tip düşünen, hükümetin istediği takdirde ya hep bir ağızdan konuşan ya da hep birlikte susan, aynı giyinen, aynı şekilde konuşan, aynı tip apartmanlarda yaşayan, rejime ve egemen kesime/hükümdara sonsuz bir aidiyet ve bağlılık taşıyan, sorgulamayan ve kitle halinde cehalete yönelen, kendilerine dayatılan tarih anlayışını olduğu gibi kabullenip ötesini araştırmak istemeyen, bu tür bir merakı olsa dahi matbaa ve yayınlarda tek tip bir ideoloji pompası olduğu için asla objektif ve hakiki bilgiye erişemeyen (kaldı ki buna yeltenmesi hüküm giymesine dahi sebep olabilir) bir insan topluluğu yaratmak. Bir örnek ile açacak olursak Kuzey Kore’de dış dünya ile herhangi bir telsiz/iletişim aracı vasıtasıyla yurt dışıyla arama yapmaya teşebbüs etmenin cezası infazdır.
Tüm bunların yanı sıra diktatör rejimlerin kendi devamlılığı adına aldığı bir diğer önlem ise ,ki bunu ayrı bir paragraf altında yazmayı uygun gördüm, ortak bir düşman yaratmaktır. Birtakım dayatmaların olduğu rejimlerde halkın bir kesimi rejimin pençesi her ne kadar agresif ve güçlü olsa da muhalif bir çatı altında örgütlenme cesaretini gösterebilecektir. Bu azınlığın varlığı başta rejimin sürdürülebilirliğine zarar veriyormuş gibi görünse de aslında sürdürülebilirlik adına çok önemli bir ihtiyacı gidermektedir: Sürekli ortak kin beslenecek bir ortak düşman. Aslında çoğunluğun sayı bakımından ezici bir üstünlük kurduğu azınlık, bilinçsizleştirilmiş çoğunluk kitlesine kolaylıkla iç veyahut dış bir tehdit olarak lanse edilebilir. Siyasi otorite kendi eli ile toplumda korku ve terör ortamını oluşturarak bunun sorumluluğunu bu tür muhalif kanatlara yükleyebilir. Bu da halkın sürekli bir panik ve korku içerisinde liderine sığınmasına ve hatta rejime olduğundan daha radikal bir biçimde bağlılık duymasına sebep olabilir. 20. Yüzyılda Sovyet otoriteler kapitalistleri kullanarak, Birleşik Devletler otoriteleri ise komünizmi kullanarak halkının mevcut hükümete olan bağlılığını arttırmamış mıydı? Öyle ki bugün ABD seçimlerinde halen hatırı sayılı bir kesim Bernie Sanders’a sosyal demokrat ve halkçı bir aday olduğu için oyunu vermek konusunda açıkça çekingen olduğunu dile getirdi. Bu kara propagandaların bir sonucu olarak Amerika belki de yıllar boyu daha halkçı politikalarla yönetilmekten uzak kalacak.
1984 eserinde ise bir iç ve bir dış olmak üzere 2 adet rejim düşmanı olduğu dikkat çekmektedir. Bunlardan birisi her sabah işbaşı yapacak olan halkın kara propaganda videoları ile nefretini zorunlu olarak katladığı Emmanuel Goldstein’dır. Bu nefret seansını Orwell şu şekilde ifade etmektedir:
“Nefret, ikinci dakikasında tam bir cinnete dönüştü. Millet hop oturup hop kalkıyor, ekrandan gelen delirtici koyun sesini bastırmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Saçları kum sarısı, ufak tefek kadın kum sarısı, ufak tefek kadın kıpkırmızı kesilmişti; ağzı, karaya vurmuş bir balığın ağzı gibi açılıp kapanıyordu. O’Brien’ın ablak yüzü bile kıpkırmızı olmuştur. İskemlesinde dimdik oturuyor, güçlü göğsü karşıdan gelen bir dalgaya direniyormuşçasına bir kabarıp bir iniyordu. Winston’ın arkasında oturan siyah saçlı kız, “Domuz, Domuz, Domuz!” diye bağırmaya başlamıştı; birden kalın bir Yenisöylem sözlüğünü kaptığı gibi ekrana fırlattı.” ( George Orwell, 1984)
Goldstein’ın gerçekten var olup olmadığı, nerede saklandığı ve tüm bunların Büyük Birader’in düzmece yalanlarından bir diğeri olup olmadığı eser boyunca sır gibi saklanmıştır. Kendisinin Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği adlı bir eseri vardır. Korku ve güvensizlik öyle bir boyut almıştır ki Winston böyle bir eserin gerçekten var olup olmadığından ve devlet eli ile bizzat yazılıp rejim karşıtı olanları oltaya getirip getirmeme amacı güdüp gütmediğinden asla tam olarak emin olamamıştır. George Orwell ne yazık ki (haksız çıkmış olsaydı büyük ihtimalle daha huzurlu bir dünyada yaşıyor olacaktık) bu konuda da tutarlı bir öngörüye sahiptir.
Dış düşman olarak görülen bir diğer tehdit ise savaşın bir tarafı olan Avrasya hükümetidir. Bilinmektedir ki totaliter pratikler kendilerini her zaman bir “dış düşman” fikriyle var eder ve Machiavelli’den beri iktidarın kendisini sağlamlaştırması her zaman savaş ve dış düşmanlar aracılığıyla ortama saldığı korku ve güvenlik kaygısı sayesinde gerçekleştirilmiştir. Totalitarizm içerisinde ise kendi gerçekliğine yabancılaşan insanlar, içine düştükleri savaş ve yıkımı desteklemektedirler. George Orwell, Okyanusya halkının savaşa verdiği önemi ve bu dış düşmana olan nefretini şu şekilde ifade eder:
“Tiz bir borazan sesi duyulmuştu. Haber bülteni geliyordu işte! Zafer kazanılmıştı! Haberlerden ne zaman borazan çalınsa, zafer kazanılmış demekti. Kahvede bir heyecan dalgası esti. Garsonlar bile irkilip kulak kesilmişlerdi. Borazan sesi kahvenin içinde çınlamıştı. Tele-ekranda coşkulu bir ses hızlı hızlı anlatmaya başlamış, ama çok geçmeden dışarıdaki gösteriden gelen bağırtılar baskın çıkmıştı, haber sokaklarda yıldırım gibi yayılmıştı. Winston’ın Tele-ekrandan duyabildiği kadarı bile öngörüsünün tümüyle gerçekleştiğini anlamasına yetmişti.” (George Orwell, 1984)
İnsanların hayatla kurdukları bağın sistemin ve ideolojinin belirleniminde bir ölüm ve savaş politikasına dönüşmesi, modern insanın trajedisidir. Orwell bu romanda insanın kendisine yabancılaşmasını, sistemin ürettiği otomatlaşmayı ve bunun sonucu olan yozlaşma ve politik manipülasyonları ve bütün bunların yıkıcılığını en çıplak haliyle ve içeriden bir gözle okuyucuya aktarmıştır. Onun bu aktarımları, kendi çağının distopik edebiyatına bir katkı gibi görünse de günümüzdeki politik sorunlara bir giriş niteliği kazanmıştır. Gelinen süreçte Orwell’ın distopyası giderek daha fazla gerçeklik boyutu kazanan bir politik kehanet gibidir. Bu açıdan nasıl ki her hükümdar Platon’un Devlet adlı eserini okumalıysa, bilinçli bir halkın her bir ferdi de bu kitaptan mahrum kalmamalıdır.
Ethem Cem kaya 11/C
1984 adlı eserde anti-komünist/sosyalist bir yazar olan George Orwell, kitapta bahsi geçen rejimin eşit dağıtım ilkelerini eleştirmek yerine devrim sonrası başa geçen yönetici sınıfın süreklilik gösteren bir totaliter rejimin devamlılığı adına ortaya koyduğu kurnaz, şeytani ve hatta çoğu zaman da acımasız olan politikaları tanrısal ve tarafsız bir perspektifle gözler önüne sermektedir. Tür bakımından distopik olarak kabul edeceğimiz bu eser tüm bu politikaların toplum üzerinde yarattığı manipülatif etkileri Sosyolojik olgular bütünü olarak gözümüze acımasızca sokmaktadır. Okyanusya adlı kurgusal bir uygarlıkta geçen bu eleştirel eser, bizlere orta sınıf, tekdüze bir yaşama sahip olan ve pek de çekici olmayan bir beyaz yakalı vatandaşın penceresinden aktarılmaktadır. Winston Smith adındaki kahramanımız, bizzat yönetici sınıf tarafından yaratılan korku toplumunun toksik etkilerinden bunaldıkça sistemin içerisinde var olan hegemonyanın da farkına vararak ona sonsuz bir nefret besleyecektir. Keza sistem, insanı insan yapan her türlü duygusal hissiyatlar ve cinsel dürtüler gibi temel özellikleri yontarak kendine sonsuz bir aidiyet ile bağlılık gösteren sivil militanlar yaratmaktadır.
Distopya edebiyatı düzen, yaşanılan toplum içerisinde yaşayan halkın olumsuz hissiyatları, sosyal adaletsizlikler, yolsuzluklar, hegemonya ve hiyerarşinin ortaya çıkardığı eşitsizlikler, hukuki sistemin çökmüş olması, kitlelerin psikolojisi, kutuplaşma, rejimin kendi devamlılığı açısından ortak bir düşman yaratması gibi konuları ele almasıyla, pek çok açıdan tüm insanlık adına uyarı mahiyetinde çalınan acil durum sirenleri gibidir. Eserin okunduğu süreç boyunca bu siren acı acı çalar, insanda derin bir rahatsızlık hissiyatı uyandırır; ancak tüm bunlarla birlikte yazar, insanın bu karmaşanın içinde kaybolup eseri bu düzenin içinde var olan birinin kimliği altında anlamlandırarak okumasını sağlar. Okumanın tamamlanmasının ardından ise bireyin yaşadığı toplumu yeniden anlamlandırıp okuduğu eser ile yaşadığı çevreyi ortak ve farklı yönlerden bakımından bağdaştırıp ayrıştırmasına vesile olur.
Distopik edebiyat örnekleri içerisinde George Orwell’ın 1984 adlı romanı katı, süslülükten uzak, yalın anlatımı, gerçekçi betimleme özellikleriyle ve umutsuz bir yaşantıya sahip bir vatandaşın sistemin ondan çaldıklarını fark etmesini konu edinmesiyle ön plana çıkmaktadır. Politik açıdan kısmen başarılı olan bu eser, 20 yüzyılın ilk yarısında otoriter rejimlerin sosyalist kanattan çıkması konusunda tutarlı bir öngörüye sahiptir. Ancak Soğuk Savaşın kapitalist kanadın zaferi ile sonuçlanması, otorite sahiplerinin sözde özgürlükçü politikalar gütmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu durum eserin otoriter rejimlerin dinamiklerini ortaya koyuş biçimini etkilememektedir. Aynı politikalar günümüzde neo-liberal kanat tarafından halk üzerinde uygulanmaktadır.
Bu durum da eserin güncelliğini 70 küsur yıl boyu korumasını sağlayan bir olgudur. Yani sahnede oynanan oyun her seferinde aynı oyundur. Değişen şey oyuncular ve kostümlerdir.
Eser içerik bakımından ekolojik ya da bilimsel temelli bir distopyanın özelliklerini taşımaz, ancak okuyucuya, bu tür distopik anlatıların da içine yerleşebileceği bir zemini sunar. Yazar duruşuyla ve anlatımıyla eserde ortaya koyduğu anlatının, katı bir politik distopya olduğunu iliklerimize kadar hissettirme gayesi gütmektedir. Her ne kadar çağının ilerisindeki bir geleceğin kurgulanmakta olduğu bir eser ortaya koymuş olsa da yazar, tüm katılığı ve gerçekliği ile asıl duruşunu, eserin yapısını gözler önüne seren politik bir distopyada gösterir. Eserin bu politik karakteri bugün de temel sorunlarımızdan olan mutlakiyetçi yönetim biçimleri, totalitarizm, itaat ve yabancılaşma gibi temel sorunları yansıtır ve hatta önceden haber verir.
Totaliter pratikler günümüz dünyasında, kendilerini tüm çıplağı ile teknolojinin kullanımı yoluyla var eder. Günümüzde de ortalama bir evde birden fazla ekrana sahip araç-gereçler vardır ve bu araç gereçlerle ortam dinlemesi, veri araştırması ve konum takibi yapmak dünyadaki her istihbarat birimi tarafından çocuk oyuncağı haline getirilmiş ve yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Bir şeylerin gizli kalması istenmiyorsa, o şey gizli kalamaz. Tıpkı kitapta Winston ve Julia adlı karakterlerin bir antikacı dükkanının içindeki gizli bir odada çok da fazla gizli kalamadıkları gibi.
Günümüzde haklı veya haksız bir biçimde hüküm giyen pek çok suçlunun yakalanma hikayesi de buna benzemektedir. İnsanların ceplerindeki hayatlarını kolaylaştıran bu sihirli aletler, otoritelerin istihbarat birimleri tarafından kullanılmıştır ve bu birimlerin kendisi ile ilgili gizli tutması gereken konum veyahut türevi bilgileri bu birimlere aktaran bir aracı olması bakımından suçlu görülen bireylerin hayatlarının bir bölümünü veya geri kalan bölümünü demir parmaklıklar ardında geçirmelerinde önemli bir rol oynar. Teknoloji bu yönüyle ilk başta adalete hizmet eden kadim bir kahraman gibi görünse de otoritelerin bu gücü kullanım amacı da bu durumun değişkenlik göstermesi yönünden en etkili etmendir. Günümüzde pek çok ülkede insanlar halen rejim eleştirileri, kişisel düşünce paylaşımları, politik görüş beyanları, eylem veya protestolar düzenlemek ya da katılmak, sosyal medya platformlarında politik bir fraksiyon üzerinden iktidar sahiplerini memnun etmeyecek paylaşımlarda bulunmak gibi insanların kendini ifade etmesi durumlarında hüküm giyebilmektedirler. Bu insanlar rejimin hatalarını şeffaf bir biçimde aktarması veya halkın iradesinin ve insanlık onurunun iktidar sahibi tabakalar tarafından ayaklar altına alınması durumlarının adaletsizliğini gözler önüne sermeye gayret ettiğinde ise, kabinesini kravat takan kabadayılardan oluşturan otoriteler tarafından “düşünce suçu” işlemiş kabul edilecek ve bu suç üzerinden hüküm giyeceklerdir.
Normal şartlar altında başta hukuk olmak üzere her alanda gelişmiş toplumlarda düşüncenin çeşitliliği yönetici sınıf tarafından hor görülmez. Çünkü o toplum gelişmişliğini fikirlerin çeşitliliğinden doğan farklı devrimlere borçludur. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse: Sanayi Devrimi, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi… Bu devrimler hukuk, din, sanat ve makineleşme konusundaki çeşitliliği arttırmış ve bu alanlardaki diğer seçeneklere nazaran her alanda ideale daha yakın bir yenilikler bütününü doğurmuştur. Ancak bu uğurda pek çok otorite yıkılmış, yerine yenisi geçmiştir. Bu otoriteler köklü değişimlerin kendi yozlaşmış rejimlerinin sonunu getireceğinin bizzat farkında olduğu için rejiminin sürekliği adına Makyavelist politikalarla isyanları bastırmak için her türlü katliamı ve çirkinliği çekinmeden yapmıştır. Tarih sahnesi boyunca onlar için kendi iktidarlarının sürekliliği, halkının refahı ve gelişmişliğinden daha yüce bir hal almıştır.
Diktatörlük ile yönetilen toplumlarda göze çarpan iki şey vardır: O toplumun gündelik yaşamda kullandığı araç gereçlerin nostaljik bir havasının olması (takdir edersiniz ki bu durum ekonomik sıkıntıların doğurduğu bir sonuçtur) ve o toplumun her bir ferdinin giyiminin, konuşma biçiminin ve hareketlerinin neredeyse tıpa tıp aynı olması. (Bu da bizzat devlet eli ile yaratılan bir olgudur. Farklılıklar farklı akımları doğurur. Az önce de altını çizdiğimiz gibi bu da otoriter bir iktidarın temellerini sarsma potansiyeline sahiptir).
Bu eser üzerinden giderek Okyanusya’nın teknolojik gelişmeler konusunda ne denli çağdaş olduğunu saptamamız mümkün değil; çünkü kitapta diğer ülkelerin gelişmişlik düzeyi söz konusu olduğunda, bu konu hakkında yorum yapmamızı sağlayacak derecede bir bilgi aktarımı yapılmamaktadır. Ancak insanların yaşantısının tekdüze, birbirinin neredeyse aynısı, iç karartıcı ve can sıkıcı olduğu defalarca kez vurgulanmıştır. Öyle ki bu kasvetli havasıyla romanın içindeki bir karakter olup kurgulanan mekan içerisinde yaşamımızı sürdürdüğümüz düşüncesi hepimizin içini ürpertmiş, tüylerini diken diken etmiştir. Aslında bu detaylar, romana kasvetli bir hava katmasının yanı sıra bize günümüz ile ilgili bir sinyal de çakmıştır. Günümüzde Kuzey Kore’de İran İslam Cumhuriyeti’nde, Arap Yarımadasında ve daha nice diktatörlüğün demir pençesi altında acı çeken, kan kusan ve sessiz sedasız suda çözünen bir aspirin edasıyla eriyip giden bir genç nüfusu olan diyarlarda da bizzat devlet eli ile pek çok konuda tek tipleştirme gözlenir. Bu tek tipleştirmeler giyim, siyasi ideoloji, dil ve jargon gibi çeşitli alanlarda görülebilir. Amaç basittir: kendine sadık, tek tip düşünen, hükümetin istediği takdirde ya hep bir ağızdan konuşan ya da hep birlikte susan, aynı giyinen, aynı şekilde konuşan, aynı tip apartmanlarda yaşayan, rejime ve egemen kesime/hükümdara sonsuz bir aidiyet ve bağlılık taşıyan, sorgulamayan ve kitle halinde cehalete yönelen, kendilerine dayatılan tarih anlayışını olduğu gibi kabullenip ötesini araştırmak istemeyen, bu tür bir merakı olsa dahi matbaa ve yayınlarda tek tip bir ideoloji pompası olduğu için asla objektif ve hakiki bilgiye erişemeyen (kaldı ki buna yeltenmesi hüküm giymesine dahi sebep olabilir) bir insan topluluğu yaratmak. Bir örnek ile açacak olursak Kuzey Kore’de dış dünya ile herhangi bir telsiz/iletişim aracı vasıtasıyla yurt dışıyla arama yapmaya teşebbüs etmenin cezası infazdır.
Tüm bunların yanı sıra diktatör rejimlerin kendi devamlılığı adına aldığı bir diğer önlem ise ,ki bunu ayrı bir paragraf altında yazmayı uygun gördüm, ortak bir düşman yaratmaktır. Birtakım dayatmaların olduğu rejimlerde halkın bir kesimi rejimin pençesi her ne kadar agresif ve güçlü olsa da muhalif bir çatı altında örgütlenme cesaretini gösterebilecektir. Bu azınlığın varlığı başta rejimin sürdürülebilirliğine zarar veriyormuş gibi görünse de aslında sürdürülebilirlik adına çok önemli bir ihtiyacı gidermektedir: Sürekli ortak kin beslenecek bir ortak düşman. Aslında çoğunluğun sayı bakımından ezici bir üstünlük kurduğu azınlık, bilinçsizleştirilmiş çoğunluk kitlesine kolaylıkla iç veyahut dış bir tehdit olarak lanse edilebilir. Siyasi otorite kendi eli ile toplumda korku ve terör ortamını oluşturarak bunun sorumluluğunu bu tür muhalif kanatlara yükleyebilir. Bu da halkın sürekli bir panik ve korku içerisinde liderine sığınmasına ve hatta rejime olduğundan daha radikal bir biçimde bağlılık duymasına sebep olabilir. 20. Yüzyılda Sovyet otoriteler kapitalistleri kullanarak, Birleşik Devletler otoriteleri ise komünizmi kullanarak halkının mevcut hükümete olan bağlılığını arttırmamış mıydı? Öyle ki bugün ABD seçimlerinde halen hatırı sayılı bir kesim Bernie Sanders’a sosyal demokrat ve halkçı bir aday olduğu için oyunu vermek konusunda açıkça çekingen olduğunu dile getirdi. Bu kara propagandaların bir sonucu olarak Amerika belki de yıllar boyu daha halkçı politikalarla yönetilmekten uzak kalacak.
1984 eserinde ise bir iç ve bir dış olmak üzere 2 adet rejim düşmanı olduğu dikkat çekmektedir. Bunlardan birisi her sabah işbaşı yapacak olan halkın kara propaganda videoları ile nefretini zorunlu olarak katladığı Emmanuel Goldstein’dır. Bu nefret seansını Orwell şu şekilde ifade etmektedir:
“Nefret, ikinci dakikasında tam bir cinnete dönüştü. Millet hop oturup hop kalkıyor, ekrandan gelen delirtici koyun sesini bastırmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Saçları kum sarısı, ufak tefek kadın kum sarısı, ufak tefek kadın kıpkırmızı kesilmişti; ağzı, karaya vurmuş bir balığın ağzı gibi açılıp kapanıyordu. O’Brien’ın ablak yüzü bile kıpkırmızı olmuştur. İskemlesinde dimdik oturuyor, güçlü göğsü karşıdan gelen bir dalgaya direniyormuşçasına bir kabarıp bir iniyordu. Winston’ın arkasında oturan siyah saçlı kız, “Domuz, Domuz, Domuz!” diye bağırmaya başlamıştı; birden kalın bir Yenisöylem sözlüğünü kaptığı gibi ekrana fırlattı.” ( George Orwell, 1984)
Goldstein’ın gerçekten var olup olmadığı, nerede saklandığı ve tüm bunların Büyük Birader’in düzmece yalanlarından bir diğeri olup olmadığı eser boyunca sır gibi saklanmıştır. Kendisinin Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği adlı bir eseri vardır. Korku ve güvensizlik öyle bir boyut almıştır ki Winston böyle bir eserin gerçekten var olup olmadığından ve devlet eli ile bizzat yazılıp rejim karşıtı olanları oltaya getirip getirmeme amacı güdüp gütmediğinden asla tam olarak emin olamamıştır. George Orwell ne yazık ki (haksız çıkmış olsaydı büyük ihtimalle daha huzurlu bir dünyada yaşıyor olacaktık) bu konuda da tutarlı bir öngörüye sahiptir.
Dış düşman olarak görülen bir diğer tehdit ise savaşın bir tarafı olan Avrasya hükümetidir. Bilinmektedir ki totaliter pratikler kendilerini her zaman bir “dış düşman” fikriyle var eder ve Machiavelli’den beri iktidarın kendisini sağlamlaştırması her zaman savaş ve dış düşmanlar aracılığıyla ortama saldığı korku ve güvenlik kaygısı sayesinde gerçekleştirilmiştir. Totalitarizm içerisinde ise kendi gerçekliğine yabancılaşan insanlar, içine düştükleri savaş ve yıkımı desteklemektedirler. George Orwell, Okyanusya halkının savaşa verdiği önemi ve bu dış düşmana olan nefretini şu şekilde ifade eder:
“Tiz bir borazan sesi duyulmuştu. Haber bülteni geliyordu işte! Zafer kazanılmıştı! Haberlerden ne zaman borazan çalınsa, zafer kazanılmış demekti. Kahvede bir heyecan dalgası esti. Garsonlar bile irkilip kulak kesilmişlerdi. Borazan sesi kahvenin içinde çınlamıştı. Tele-ekranda coşkulu bir ses hızlı hızlı anlatmaya başlamış, ama çok geçmeden dışarıdaki gösteriden gelen bağırtılar baskın çıkmıştı, haber sokaklarda yıldırım gibi yayılmıştı. Winston’ın Tele-ekrandan duyabildiği kadarı bile öngörüsünün tümüyle gerçekleştiğini anlamasına yetmişti.” (George Orwell, 1984)
İnsanların hayatla kurdukları bağın sistemin ve ideolojinin belirleniminde bir ölüm ve savaş politikasına dönüşmesi, modern insanın trajedisidir. Orwell bu romanda insanın kendisine yabancılaşmasını, sistemin ürettiği otomatlaşmayı ve bunun sonucu olan yozlaşma ve politik manipülasyonları ve bütün bunların yıkıcılığını en çıplak haliyle ve içeriden bir gözle okuyucuya aktarmıştır. Onun bu aktarımları, kendi çağının distopik edebiyatına bir katkı gibi görünse de günümüzdeki politik sorunlara bir giriş niteliği kazanmıştır. Gelinen süreçte Orwell’ın distopyası giderek daha fazla gerçeklik boyutu kazanan bir politik kehanet gibidir. Bu açıdan nasıl ki her hükümdar Platon’un Devlet adlı eserini okumalıysa, bilinçli bir halkın her bir ferdi de bu kitaptan mahrum kalmamalıdır.
Ethem Cem kaya 11/C
Bin Dokuz Yüz Seksen Kaç?
Takvimler olmasa akıp geçen günleri nasıl takip ederdik? Birbiri ardına gelen, aynı, tekdüze günleri… Nereye ya da ne zamana kadar takip edebilirdik? Başlangıcından bile emin olmadan… Aradan aylar, yıllar geçse hala hesaplarımızın doğruluğundan emin olabilir miydik? Sadece zihnimizde olanla -bırakın başkalarını- kendimizi nereye kadar ikna edebilirdik?
İşte bu bir bakıma kitabın özetidir. Bu aktarılan durum bilgisizliğin ve bilgi düşmanlığının en pratik kullanımlarındandır. İçinde bulunduğun günün bile farkında olmamak… Mantıken içinde bulunduğu anın bile farkında olmayan insan geçmişe ya da geleceğe nasıl sahip çıkacaktır? Winston’ın dediği gibi “1984 yılında olduklarından hiç de emin değildi. Otuz dokuz yaşında olduğundan emin olduğuna ve 1944 ya da 1945’te doğduğunu sandığına göre aşağı yukarı 1984 yılında olmalıydılar; gel gör ki, artık bir iki yıl içindeki tarihleri kesin bir biçimde saptamak olanaksızdı.”, kimse emin olmadığına göre Parti isterse çok rahat 1983 olabilirdi ya da belki 1985, hatta belki de 1986; kimse bunu reddedemezdi. Çünkü şimdi yoktu, geçmiş yoktu, gelecek yoktu. Geçmiş Parti’ydi, şimdi içinde yaşanılan Parti düzeniydi, gelecek ise Parti’nindi.
Kimse bilmezse Parti’nin her dediği doğrudur. Kimse aksini kanıtlayamazsa Parti hep haklıdır. Cehalet, yani herhangi bir doğru bilgiye sahip olamama ve olma imkanının olmaması durumu, Parti’nin her dediğini doğru kılan yegâne güçtür. İşte bu, Parti sloganlarının üçüncüsüdür: “Cehalet güçtür.”. Ama burada bilinçli bir eksiltme ya da bilerek yapılmış bir yanlış yönlendirme mevcuttur. “Cehalet, Parti için, güçtür.” ya da “Cehalet güçsüzlüktür.” çok daha doğru olacaktır. Zaten özünde bu iki düzeltme aynıdır. Halkı güçsüz bırakan cehalet, iktidarlar için en büyük güçtür. Çünkü iktidarları deviren, kurulu düzeni yıkan fikirlerdir. Fikirler, kışın ortasında dikilen narin birer fidan gibidir. Büyümek için ışığa, suya, toprağa ihtiyaç duyarlar. Kışın soğuk rüzgarları, dondurucu havası bu fidanları kırmak, yerlerinden söküp atmak ister. Peki ya bu büyütücü unsunlar yoksa; kışın dondurucu rüzgarları çok sert, çok güçlü ise? O zaman bu fikir fidanları kırılır ve cehaletin karlı, karanlık topraklarının içine gömülür. Ama unutmamak gerekir: Yerinden sökülüp atılmayan her fidan, kalan ufacık bir kök parçasıyla, rüzgarların biraz yumuşadığı zaman yeniden filizlenebilir. O zaman totaliter rejimlerin dondurucu rüzgarlarının yapacağı bellidir: Hiç bitmeyen bir kışta, soğuk rüzgarlar kök salmadan bütün fidanları temizlemeli, biraz büyümeye başlayanlar ise en ufak bir kök parçası kalmayacak şekilde sökülüp atılmalıdır. Bu gerçek; totaliter rejimleri distopik bir korku, disiplin ve kontrol toplumuna götürür. Burada bahsedilen totaliter rejimler herhangi bir ideolojiyi ya da yönetim biçimini temsil etmez, çünkü totaliter rejimlerde esas olan sadece ve sadece iktidara sahip olmaktır. Her rejim totaliter olabilir, önemli olan iktidara gelme yolu değil baskı ile iktidarı elinde tutma durumudur.
Yeni meydana gelen ya da getirilmek istenen bu düzen, bir disiplin toplumudur. Çünkü idamların, itirafların ve “buharlaşmaların” ardı arkası kesilmez. Bu bir korku toplumudur. Çünkü yanlış düşüncelere kapıldığında başına gelecekleri -eninde sonunda Sevgi Bakanlığı’ndaki, ya da Yeni Söylem’deki adıyla SevBak’taki, bir hücreyi boylayacağını ve türlü işkencelere maruz kalacağını- bilirsin. Ama hepsinden önemlisi bu bir kontrol toplumudur. Orwell’in distopyasındaki kontrol toplumu, küçük yaşlarda başlayan alt mesajlarla beyin yıkamadan ve her an her hareketini izleyen tele-ekranların sağladığı denetimden çok daha ötededir. Gerçek kontrol toplumunu, SevBak’taki hücrelerde görürüz. Burada yapılan insanlık dışı eylemler, Parti’ye insanları değil; onların zihinlerini ve yüreklerini kontrol etme gücünü verir. O’Brien’ın dediği gibi “Ortaçağ’da Engizisyon diye bir şey vardı. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyon ’un diri diri yaktığı her sapkın yerine binlercesi ortaya çıktı. Neden? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hala nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu’nun oluyordu.”, işte Parti’nin yapmadığı şey tam da buydu. Engizisyon fikirleri için insanları öldürüyordu. Parti ise sadece insanları değil, fikirlerini de öldürüyordu. İşte buharlaşmak buydu: Kişinin kendinden önce fikirlerinin ölmesi…
Engizisyon soğuk rüzgarlarıyla fidanları söküp atıyordu; ama savrulan bu fidanlardan düşen çiçeklerin yeni topraklarda filizlenmesine engel olamıyordu. Parti ise önce fikir çiçeklerini henüz dallardayken kurutuyor, sonra fidanları söküp atıyordu. Parti’yi en çok korkutan şey, en büyük suç, her şeyi tetikleyebilecek olan düşünceydi. Bu sebeple Parti, hem cehaletin gücüyle yetiştirdiği yeni nesillerden düşünme becerisini alıyordu; hem de oluşan düşünceleri yok ediyor ve bunu yaparken bu düşünceleri öyle bir kurutuyordu ki, bu fikirler başka bir zihinde de filizlenemiyorlardı. Peki oluşan bir düşünce nasıl yok edilebilirdi? Engizisyon ‘un bu kadar işkenceyle yok edemediği düşünceyi Parti nasıl yok ediyordu?
İlk paragrafta değinildiği gibi, cehaletle boğarak. Cehaletin asıl gücü de budur: Elde kanıt olmayınca; milyarlarca değiştirilmiş belgeye, milyarlarca hafızaya karşı tek bir düşünce nasıl kazanabilir? Cehalet, gerçeklik algısıyla oynayarak şüpheyle ve mantıksal çelişkilerle düşünceyi şüphe içinde boğar. Cehalet, Parti için, en büyük güçtür. Çünkü, dilin fakirleştirilmesi, düşüncenin oluşmasının engeli olmanın yanı sıra; düşünceleri de kendi karanlığında en ufak zerresine karşı parçalayandır. Yani özetle cehalet, düşüncenin oluşmasını engellemenin yanı sıra, oluşan düşünceyi de öldürür.
İşte asıl kontrol toplumu budur. Tüm zihinleri, tüm belgeleri, hatta ve hatta belki de tüm zamanı kontrol eder. Sonuçta geçmiş değiştirilebilir, gelecek büyük ölçüde belirsizdir, şimdi ise Parti ne derse odur. Parti derse 2+2’nin 5 ettiği gibi, hikâyenin geçtiği yıl 1983 de, 1985 de hatta ikisi aynı anda bile olabilir. İşte o zaman anlarız ki kitabın başından beri asıl soru şudur: “Bin Dokuz Yüz Seksen Kaç?”.
Mehmet Mert Dalkılıç 11/FLB
Takvimler olmasa akıp geçen günleri nasıl takip ederdik? Birbiri ardına gelen, aynı, tekdüze günleri… Nereye ya da ne zamana kadar takip edebilirdik? Başlangıcından bile emin olmadan… Aradan aylar, yıllar geçse hala hesaplarımızın doğruluğundan emin olabilir miydik? Sadece zihnimizde olanla -bırakın başkalarını- kendimizi nereye kadar ikna edebilirdik?
İşte bu bir bakıma kitabın özetidir. Bu aktarılan durum bilgisizliğin ve bilgi düşmanlığının en pratik kullanımlarındandır. İçinde bulunduğun günün bile farkında olmamak… Mantıken içinde bulunduğu anın bile farkında olmayan insan geçmişe ya da geleceğe nasıl sahip çıkacaktır? Winston’ın dediği gibi “1984 yılında olduklarından hiç de emin değildi. Otuz dokuz yaşında olduğundan emin olduğuna ve 1944 ya da 1945’te doğduğunu sandığına göre aşağı yukarı 1984 yılında olmalıydılar; gel gör ki, artık bir iki yıl içindeki tarihleri kesin bir biçimde saptamak olanaksızdı.”, kimse emin olmadığına göre Parti isterse çok rahat 1983 olabilirdi ya da belki 1985, hatta belki de 1986; kimse bunu reddedemezdi. Çünkü şimdi yoktu, geçmiş yoktu, gelecek yoktu. Geçmiş Parti’ydi, şimdi içinde yaşanılan Parti düzeniydi, gelecek ise Parti’nindi.
Kimse bilmezse Parti’nin her dediği doğrudur. Kimse aksini kanıtlayamazsa Parti hep haklıdır. Cehalet, yani herhangi bir doğru bilgiye sahip olamama ve olma imkanının olmaması durumu, Parti’nin her dediğini doğru kılan yegâne güçtür. İşte bu, Parti sloganlarının üçüncüsüdür: “Cehalet güçtür.”. Ama burada bilinçli bir eksiltme ya da bilerek yapılmış bir yanlış yönlendirme mevcuttur. “Cehalet, Parti için, güçtür.” ya da “Cehalet güçsüzlüktür.” çok daha doğru olacaktır. Zaten özünde bu iki düzeltme aynıdır. Halkı güçsüz bırakan cehalet, iktidarlar için en büyük güçtür. Çünkü iktidarları deviren, kurulu düzeni yıkan fikirlerdir. Fikirler, kışın ortasında dikilen narin birer fidan gibidir. Büyümek için ışığa, suya, toprağa ihtiyaç duyarlar. Kışın soğuk rüzgarları, dondurucu havası bu fidanları kırmak, yerlerinden söküp atmak ister. Peki ya bu büyütücü unsunlar yoksa; kışın dondurucu rüzgarları çok sert, çok güçlü ise? O zaman bu fikir fidanları kırılır ve cehaletin karlı, karanlık topraklarının içine gömülür. Ama unutmamak gerekir: Yerinden sökülüp atılmayan her fidan, kalan ufacık bir kök parçasıyla, rüzgarların biraz yumuşadığı zaman yeniden filizlenebilir. O zaman totaliter rejimlerin dondurucu rüzgarlarının yapacağı bellidir: Hiç bitmeyen bir kışta, soğuk rüzgarlar kök salmadan bütün fidanları temizlemeli, biraz büyümeye başlayanlar ise en ufak bir kök parçası kalmayacak şekilde sökülüp atılmalıdır. Bu gerçek; totaliter rejimleri distopik bir korku, disiplin ve kontrol toplumuna götürür. Burada bahsedilen totaliter rejimler herhangi bir ideolojiyi ya da yönetim biçimini temsil etmez, çünkü totaliter rejimlerde esas olan sadece ve sadece iktidara sahip olmaktır. Her rejim totaliter olabilir, önemli olan iktidara gelme yolu değil baskı ile iktidarı elinde tutma durumudur.
Yeni meydana gelen ya da getirilmek istenen bu düzen, bir disiplin toplumudur. Çünkü idamların, itirafların ve “buharlaşmaların” ardı arkası kesilmez. Bu bir korku toplumudur. Çünkü yanlış düşüncelere kapıldığında başına gelecekleri -eninde sonunda Sevgi Bakanlığı’ndaki, ya da Yeni Söylem’deki adıyla SevBak’taki, bir hücreyi boylayacağını ve türlü işkencelere maruz kalacağını- bilirsin. Ama hepsinden önemlisi bu bir kontrol toplumudur. Orwell’in distopyasındaki kontrol toplumu, küçük yaşlarda başlayan alt mesajlarla beyin yıkamadan ve her an her hareketini izleyen tele-ekranların sağladığı denetimden çok daha ötededir. Gerçek kontrol toplumunu, SevBak’taki hücrelerde görürüz. Burada yapılan insanlık dışı eylemler, Parti’ye insanları değil; onların zihinlerini ve yüreklerini kontrol etme gücünü verir. O’Brien’ın dediği gibi “Ortaçağ’da Engizisyon diye bir şey vardı. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyon ’un diri diri yaktığı her sapkın yerine binlercesi ortaya çıktı. Neden? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hala nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu’nun oluyordu.”, işte Parti’nin yapmadığı şey tam da buydu. Engizisyon fikirleri için insanları öldürüyordu. Parti ise sadece insanları değil, fikirlerini de öldürüyordu. İşte buharlaşmak buydu: Kişinin kendinden önce fikirlerinin ölmesi…
Engizisyon soğuk rüzgarlarıyla fidanları söküp atıyordu; ama savrulan bu fidanlardan düşen çiçeklerin yeni topraklarda filizlenmesine engel olamıyordu. Parti ise önce fikir çiçeklerini henüz dallardayken kurutuyor, sonra fidanları söküp atıyordu. Parti’yi en çok korkutan şey, en büyük suç, her şeyi tetikleyebilecek olan düşünceydi. Bu sebeple Parti, hem cehaletin gücüyle yetiştirdiği yeni nesillerden düşünme becerisini alıyordu; hem de oluşan düşünceleri yok ediyor ve bunu yaparken bu düşünceleri öyle bir kurutuyordu ki, bu fikirler başka bir zihinde de filizlenemiyorlardı. Peki oluşan bir düşünce nasıl yok edilebilirdi? Engizisyon ‘un bu kadar işkenceyle yok edemediği düşünceyi Parti nasıl yok ediyordu?
İlk paragrafta değinildiği gibi, cehaletle boğarak. Cehaletin asıl gücü de budur: Elde kanıt olmayınca; milyarlarca değiştirilmiş belgeye, milyarlarca hafızaya karşı tek bir düşünce nasıl kazanabilir? Cehalet, gerçeklik algısıyla oynayarak şüpheyle ve mantıksal çelişkilerle düşünceyi şüphe içinde boğar. Cehalet, Parti için, en büyük güçtür. Çünkü, dilin fakirleştirilmesi, düşüncenin oluşmasının engeli olmanın yanı sıra; düşünceleri de kendi karanlığında en ufak zerresine karşı parçalayandır. Yani özetle cehalet, düşüncenin oluşmasını engellemenin yanı sıra, oluşan düşünceyi de öldürür.
İşte asıl kontrol toplumu budur. Tüm zihinleri, tüm belgeleri, hatta ve hatta belki de tüm zamanı kontrol eder. Sonuçta geçmiş değiştirilebilir, gelecek büyük ölçüde belirsizdir, şimdi ise Parti ne derse odur. Parti derse 2+2’nin 5 ettiği gibi, hikâyenin geçtiği yıl 1983 de, 1985 de hatta ikisi aynı anda bile olabilir. İşte o zaman anlarız ki kitabın başından beri asıl soru şudur: “Bin Dokuz Yüz Seksen Kaç?”.
Mehmet Mert Dalkılıç 11/FLB
1984: BİR DEVLETİN BİREYSEL DÜŞÜNCEYİ BASTIRDIĞI NOKTA
1984, günümüz ve geçmişin gerçekçi anlatımına dayanan, geleceği öngören ve hayalî spekülasyonlardan çok eldeki malzemenin gerçekçi sentezi ve düzenlenmesinden kaynaklanan bir eserdir. Sosyalist kimliğiyle ünlü George Orwell’in bu eserinde Okyanusya Devleti -romanın geçtiği devlet- bireylerin kişilik özellikleri ve özel hayatı dâhil her şeye el koymuştur böylece kendisi güç ve para sahibi olabilir. Bu gücü sürdürmek adına ise özgürlükler, duygunun, özel hayatın, adaletin, tarihin, konuşmanın, düşünmenin ve birçok olgunun tamamıyla yok edilmesi söz konusudur.
Peki bunu nasıl yapıyor? Öncelikle korkunç bir kitle psikolojisini geliştirmek için “yenisöylem” adı verilen yeni bir sözlükle halkın kelime dağarcığıyla birlikte duygu ve düşüncelerini de daraltmaya çalışıyor. Böylece halk kendini ifade edemezken kişisel zevkleri de kaybolup gidiyor. Bu sırada halktaki bireyler bir birey olmaktan çıkıyor ve devlet için çalışan kontrol toplumuna dönüşüyor.
Bunu yapmalarının sebebi ise toplumu düşünmekten ve sorgulamaktan mahrum bırakarak kendi otoritesini sürdürmenin yanı sıra güçlendirmektir. Bu kurallara uymayıp “Büyük Birader” in otoritesini sorgulamaya çalışıp hayatta kendi zevklerini uygulamaya çalışanlara veya devlete karşı ayaklananlara ise düşünce suçlusu deniyor ve bu insanlar “buharlaştırılıp” toplumdan siliniyor.
Büyük Birader bir tanrı statüsüne yükseltilmiş; her şeyi gören, bilen, asla ama asla yanılmayan, Devrim’in mimarlarından, devletin ve Parti’nin ölümsüz lideridir ve Okyanusya sokaklarının her köşesi posterleriyle donatılmıştır, hatta bazı Parti üyelerinin evlerinde bile görmek mümkündür. Öylesine içinize işlemişlerdir ki düşüncelerinizde bile o yüzü; kırk beş yaşlarında, kalın siyah bıyıklı, sert bakışlı, yakışıklı adamın yüzünü görürsünüz. Yapılmak istenen de budur zaten: düşünmemeniz; düşünememenizdir.
Büyük Birader aslında İç Parti’nin fiziksel olarak vücut bulmuş halidir. Yaşadığına ve hatta var olduğuna dair bir kanıt yoktur. Ve aslında gerek de yoktur çünkü amaç zaten bu disiplin toplumunu bu figüre körü körüne bağlayarak düşündürmemek, sorgulatmamaktır. Sonuçta, iyi bir yurttaş olmak o kadar da zor değil. Kafanızdakileri belli etmemek de yeterli olur. Ama aynı zamanda her an mimik ve el hareketleri dâhil her çeşit davranış ve konuşmaya dikkat edilmesi gerekir çünkü “Büyük Birader’in gözü her zaman üstünüzdedir!”
Bu toplum tam olarak nasıl her an izleniyor diye soracak olursanız tele-ekran adı verilen, aynı anda hem televizyon, hem ses ve görüntü alıcısı olarak kullanılabilen elektrikli aygıtlar kullanılıyor ve bunlar sayesinde uykunuzda bile söylediğiniz şeyler, yaptığınız hareketler izlenip analiz ediliyor ve böylece suçlu olup olmadığınız tespit ediliyor. Böylece dijital diktatörlük de sağlanmış oluyor ki bu aslında günümüzde var olan tüm teknolojik cihaz olarak görülebilir çünkü hiçbir zaman net olarak söylenmese de televizyon, trafik kamerası, bilgisayar veya telefon olsun aslında çoğu zaman izleniyor olabiliriz.
Ancak tabi ki bu distopik dünyada tek silinen şey insanlar değildir. İnsanların yanı sıra anılar ve geçmiş de silinip değiştirilerek yeni bir tarih yazımı gerçekleşir. Mesela kitapta Okyanusya’nın ve diğer devletlerden birinin -Avrasya, Doğuasya- arasında her zaman bir savaş vardır ve savaştıkları devlet her an değişse de halka sanki her zaman o devletle savaşılıyormuş gibi tanıtırlar ve tersini iddia edecek olursa onu düşünce suçlusu olarak sayarlar. Ve buna konan da bir ad vardır: Çiftdüşün.
Çiftdüşün, devlet tarafından tüm yurttaşlara dikte edilen bir yenisöylem sözcüğüdür. Bunun ötesinde bir tanımlama yapmak gerekirse, “birbiriyle çelişkili iki ifadeyi de anlamak ve kabul etmek” olarak söylenebilir. Mesela beyaz ve siyah kadar farklı iki görüşü de anlamak ve kabul etmek gerekir. Dönemin şartlarına göre devlet size “Beyaz, siyahtır.” , “İki kere iki beştir.” diyorsa öyledir ve bunu hiçbir anlam karmaşası yaşamadan kabul edebilmek gerekir. Başkarakterimiz olan Winston da bu yoldan ilerler ve çalıştığı yer olan Gerçek Bakanlığı olan yerde geçmişe dair her yazılı belge ve fotoğrafı silmekle görevlidir. Ancak aklındakiler tamamen farklıdır ve bunların adil olmadığını düşünerek işte tanıştığı Julia ile kurallara karşı çıkar.
Çiftdüşün, Okyanusya’nın neredeyse tüm uygulamalarında var olan bir söylemdir. Bakanlıkların isimlerinin ve yaptıklarının çelişkisi de bu duruma örnek verilebilir. Mesela Sevgi Bakanlığı aslında düşünce suçlularına yapılan işkenceden sorumludur; Varlık Bakanlığı, vatandaşların tükettiklerinden sorumludur ve verilen yiyeceklerin kısıtlanması kalitesizleştirilmesi gibi görevleri vardır; Gerçek Bakanlığı, başkarakter olan Winston Smith'in görevli olduğu bakanlık, görevi duyuruları ve yapılacak etkinlikleri hazırlamak, gazete ve dergi çıkarmak ve en önemlisi de gerçeği saptırmak yani parti aleyhine olabilecek her türlü kanıt, tarih vb. Unsurları parti lehine değiştirmektir; Barış Bakanlığı ise savaş ve duyurularından sorumludur. Okyanusya’nın aldığı zafer veya yenilgilerin duyurusunu ele geçirilen esirleri vb. eylemlerin duyurusunu yapar.
Ayrıca elbette bu bahsedilen toplum için ortak düşman da vardır. Okyanusya’nın bir numaralı devlet düşmanı aslında Devrim’i Büyük Birader’le gerçekleştiren Emmanuel Goldstein adında biridir. Devrim’den kısa bir süre sonra İNGSOS ideolojisini uygulamakta Büyük Birader’den farklı düşüncelere sahip oluşu, onun ‘vatan hainliği’ ile suçlanmasına yol açmıştır. Goldstein’in lideri olduğu, Parti karşıtı oluşuma/topluluğa ise “Kardeşlik” denmektedir. Ancak ne Kardeşlik ne de Goldstein’in gerçek olduğuna dair tam olarak bir kanıt yoktur. Hepsi Parti uydurması birer öğreti olabilir. Ve tele-ekranlardan herkesin katılması zorunlu olan “İki Dakika Nefret” adında bir propaganda yapılır ve genelde Goldstein ve Okyanusya’nın savaşta olduğu devletin gösterimiyle başlayan bu program, insanları çılgına çevirip sinirlendirdikten sonra Büyük Birader’in ‘güven verici’ yüzünün ekrana çıkmasıyla sonlanır.
Tüm bunlar gerçekleşirken ise daha önce de bahsettiğimiz üzere toplumun zevk aldığı her şey bir bir yok olur ve duygusuz bir disiplin toplumundan başka bir şey kalmaz. Baş karakterler olan Julia ve Winston birlikte yakalandıktan sonra onlara işkence edilmiştir ve sonra daha fazla acı çekmemek adına ikisi de birbirlerine tersine söz vermiş olsa birbirlerini ele vermişlerdir ve devlet için çalışmaya, artık sorgulamamaya başlamışlardır.
Aslında bu romanı okudukça olayları kafamızda günümüze uygulamaya başlıyoruz ve kendimizi “Acaba bu roman günümüz için yazılmış olabilir mi?” sorusunu sormaktan alıkoyamıyoruz. Belki de Orwell burada bize yaşadığımız günü ve çevreyi sorgulatmayı, bir şeylerin farkına varmamızı amaçlıyordur ki ilgi alanlarımız ve dilimizle birlikte kişilik ve seslerimizi kaybetmeyelim.
REVNA DOĞANATA 11/FLA
1984, günümüz ve geçmişin gerçekçi anlatımına dayanan, geleceği öngören ve hayalî spekülasyonlardan çok eldeki malzemenin gerçekçi sentezi ve düzenlenmesinden kaynaklanan bir eserdir. Sosyalist kimliğiyle ünlü George Orwell’in bu eserinde Okyanusya Devleti -romanın geçtiği devlet- bireylerin kişilik özellikleri ve özel hayatı dâhil her şeye el koymuştur böylece kendisi güç ve para sahibi olabilir. Bu gücü sürdürmek adına ise özgürlükler, duygunun, özel hayatın, adaletin, tarihin, konuşmanın, düşünmenin ve birçok olgunun tamamıyla yok edilmesi söz konusudur.
Peki bunu nasıl yapıyor? Öncelikle korkunç bir kitle psikolojisini geliştirmek için “yenisöylem” adı verilen yeni bir sözlükle halkın kelime dağarcığıyla birlikte duygu ve düşüncelerini de daraltmaya çalışıyor. Böylece halk kendini ifade edemezken kişisel zevkleri de kaybolup gidiyor. Bu sırada halktaki bireyler bir birey olmaktan çıkıyor ve devlet için çalışan kontrol toplumuna dönüşüyor.
Bunu yapmalarının sebebi ise toplumu düşünmekten ve sorgulamaktan mahrum bırakarak kendi otoritesini sürdürmenin yanı sıra güçlendirmektir. Bu kurallara uymayıp “Büyük Birader” in otoritesini sorgulamaya çalışıp hayatta kendi zevklerini uygulamaya çalışanlara veya devlete karşı ayaklananlara ise düşünce suçlusu deniyor ve bu insanlar “buharlaştırılıp” toplumdan siliniyor.
Büyük Birader bir tanrı statüsüne yükseltilmiş; her şeyi gören, bilen, asla ama asla yanılmayan, Devrim’in mimarlarından, devletin ve Parti’nin ölümsüz lideridir ve Okyanusya sokaklarının her köşesi posterleriyle donatılmıştır, hatta bazı Parti üyelerinin evlerinde bile görmek mümkündür. Öylesine içinize işlemişlerdir ki düşüncelerinizde bile o yüzü; kırk beş yaşlarında, kalın siyah bıyıklı, sert bakışlı, yakışıklı adamın yüzünü görürsünüz. Yapılmak istenen de budur zaten: düşünmemeniz; düşünememenizdir.
Büyük Birader aslında İç Parti’nin fiziksel olarak vücut bulmuş halidir. Yaşadığına ve hatta var olduğuna dair bir kanıt yoktur. Ve aslında gerek de yoktur çünkü amaç zaten bu disiplin toplumunu bu figüre körü körüne bağlayarak düşündürmemek, sorgulatmamaktır. Sonuçta, iyi bir yurttaş olmak o kadar da zor değil. Kafanızdakileri belli etmemek de yeterli olur. Ama aynı zamanda her an mimik ve el hareketleri dâhil her çeşit davranış ve konuşmaya dikkat edilmesi gerekir çünkü “Büyük Birader’in gözü her zaman üstünüzdedir!”
Bu toplum tam olarak nasıl her an izleniyor diye soracak olursanız tele-ekran adı verilen, aynı anda hem televizyon, hem ses ve görüntü alıcısı olarak kullanılabilen elektrikli aygıtlar kullanılıyor ve bunlar sayesinde uykunuzda bile söylediğiniz şeyler, yaptığınız hareketler izlenip analiz ediliyor ve böylece suçlu olup olmadığınız tespit ediliyor. Böylece dijital diktatörlük de sağlanmış oluyor ki bu aslında günümüzde var olan tüm teknolojik cihaz olarak görülebilir çünkü hiçbir zaman net olarak söylenmese de televizyon, trafik kamerası, bilgisayar veya telefon olsun aslında çoğu zaman izleniyor olabiliriz.
Ancak tabi ki bu distopik dünyada tek silinen şey insanlar değildir. İnsanların yanı sıra anılar ve geçmiş de silinip değiştirilerek yeni bir tarih yazımı gerçekleşir. Mesela kitapta Okyanusya’nın ve diğer devletlerden birinin -Avrasya, Doğuasya- arasında her zaman bir savaş vardır ve savaştıkları devlet her an değişse de halka sanki her zaman o devletle savaşılıyormuş gibi tanıtırlar ve tersini iddia edecek olursa onu düşünce suçlusu olarak sayarlar. Ve buna konan da bir ad vardır: Çiftdüşün.
Çiftdüşün, devlet tarafından tüm yurttaşlara dikte edilen bir yenisöylem sözcüğüdür. Bunun ötesinde bir tanımlama yapmak gerekirse, “birbiriyle çelişkili iki ifadeyi de anlamak ve kabul etmek” olarak söylenebilir. Mesela beyaz ve siyah kadar farklı iki görüşü de anlamak ve kabul etmek gerekir. Dönemin şartlarına göre devlet size “Beyaz, siyahtır.” , “İki kere iki beştir.” diyorsa öyledir ve bunu hiçbir anlam karmaşası yaşamadan kabul edebilmek gerekir. Başkarakterimiz olan Winston da bu yoldan ilerler ve çalıştığı yer olan Gerçek Bakanlığı olan yerde geçmişe dair her yazılı belge ve fotoğrafı silmekle görevlidir. Ancak aklındakiler tamamen farklıdır ve bunların adil olmadığını düşünerek işte tanıştığı Julia ile kurallara karşı çıkar.
Çiftdüşün, Okyanusya’nın neredeyse tüm uygulamalarında var olan bir söylemdir. Bakanlıkların isimlerinin ve yaptıklarının çelişkisi de bu duruma örnek verilebilir. Mesela Sevgi Bakanlığı aslında düşünce suçlularına yapılan işkenceden sorumludur; Varlık Bakanlığı, vatandaşların tükettiklerinden sorumludur ve verilen yiyeceklerin kısıtlanması kalitesizleştirilmesi gibi görevleri vardır; Gerçek Bakanlığı, başkarakter olan Winston Smith'in görevli olduğu bakanlık, görevi duyuruları ve yapılacak etkinlikleri hazırlamak, gazete ve dergi çıkarmak ve en önemlisi de gerçeği saptırmak yani parti aleyhine olabilecek her türlü kanıt, tarih vb. Unsurları parti lehine değiştirmektir; Barış Bakanlığı ise savaş ve duyurularından sorumludur. Okyanusya’nın aldığı zafer veya yenilgilerin duyurusunu ele geçirilen esirleri vb. eylemlerin duyurusunu yapar.
Ayrıca elbette bu bahsedilen toplum için ortak düşman da vardır. Okyanusya’nın bir numaralı devlet düşmanı aslında Devrim’i Büyük Birader’le gerçekleştiren Emmanuel Goldstein adında biridir. Devrim’den kısa bir süre sonra İNGSOS ideolojisini uygulamakta Büyük Birader’den farklı düşüncelere sahip oluşu, onun ‘vatan hainliği’ ile suçlanmasına yol açmıştır. Goldstein’in lideri olduğu, Parti karşıtı oluşuma/topluluğa ise “Kardeşlik” denmektedir. Ancak ne Kardeşlik ne de Goldstein’in gerçek olduğuna dair tam olarak bir kanıt yoktur. Hepsi Parti uydurması birer öğreti olabilir. Ve tele-ekranlardan herkesin katılması zorunlu olan “İki Dakika Nefret” adında bir propaganda yapılır ve genelde Goldstein ve Okyanusya’nın savaşta olduğu devletin gösterimiyle başlayan bu program, insanları çılgına çevirip sinirlendirdikten sonra Büyük Birader’in ‘güven verici’ yüzünün ekrana çıkmasıyla sonlanır.
Tüm bunlar gerçekleşirken ise daha önce de bahsettiğimiz üzere toplumun zevk aldığı her şey bir bir yok olur ve duygusuz bir disiplin toplumundan başka bir şey kalmaz. Baş karakterler olan Julia ve Winston birlikte yakalandıktan sonra onlara işkence edilmiştir ve sonra daha fazla acı çekmemek adına ikisi de birbirlerine tersine söz vermiş olsa birbirlerini ele vermişlerdir ve devlet için çalışmaya, artık sorgulamamaya başlamışlardır.
Aslında bu romanı okudukça olayları kafamızda günümüze uygulamaya başlıyoruz ve kendimizi “Acaba bu roman günümüz için yazılmış olabilir mi?” sorusunu sormaktan alıkoyamıyoruz. Belki de Orwell burada bize yaşadığımız günü ve çevreyi sorgulatmayı, bir şeylerin farkına varmamızı amaçlıyordur ki ilgi alanlarımız ve dilimizle birlikte kişilik ve seslerimizi kaybetmeyelim.
REVNA DOĞANATA 11/FLA
1984
Gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılan ‘distopya’ kelimesinin kökeni eski Yunancaya dayanır. Anti-ütopya diye de adlandırabileceğimiz distopyayı oluşturan ‘dis’ ve ‘topya’ hecelerinin kökü eski yunancada ‘kötü’ ve ‘yer’ olarak yer alır. Distopyalar totaliter rejimleri ele alır.
Totaliter rejimlerde kişileri kitle iletişim araçlarıyla sürekli gözlem altında tutma, düşünce dâhil olmak üzere bireyselliği yok edip özgürlüğü ortadan kaldırma, bilinçlenmeyi yok etme ve salt itaat amaçlanır. Totaliter rejimlerde iktidar her zaman haklıdır. Totaliter rejimdeki iktidar, hatasız, her şeyi bilen ve en iyidir. Totaliter rejimlerde korku ve zorbalık ile iktidara sonsuz sevgi ve itaat sağlanır.
1984 romanında totaliter rejimin benzersiz bir örneğini görüyoruz. ‘Büyük Birader’ paralardan, kitaplardan, bayraklardan, posterlerden her yerden ve her şeyden sürekli halkı izlemektedir. Her yerde çift taraflı görüntü veren tele-ekranlar vardır. Bunlar hem yayın yapar, hem de bulundukları yerdeki ses ve görüntüleri merkeze taşır. Hiç kimse, hiçbir zaman bunların denetim alanının dışına çıkamaz. İnsanların tele-ekranlardan sürekli izlenmeleri totaliter rejimlerde toplumun ne denli denetim altında tutulduğunun en iyi göstergesidir. “Tele-ekran kalp atışlarınızı bile saptayabilecek kadar duyarlıydı.”
“Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi.En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Kaldı ki yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile cezayı gerektiren bir suçtu. Yenisöylem’de bu suç için bir sözcük bile vardı: Yüzsuçu diyorlardı.”
Yukarıdaki alıntıdaki söz konusu ‘yüzsuçu’ yakın tarihteki bir olaya son derece benzemektedir. 2012 yılında Kuzey Kore Eski Devlet Başkanı Kim Jong İl’in ölümünden sonra, bu eski diktatörün ölümüne ağlamayanlara çalışma kamplarında 6 ay ücretsiz çalışma cezası verileceği tehdidiyle ülke halkının dizlerine vurarak, hatta yerlere yatarak ağlamalarını, dövünmelerini televizyonlarda şaşkınlıkla izlemiştik. Kuzey Kore’de eski diktatörün ölümüne ağlamayanlardan tespit edilenler ‘Halk Mahkemeleri’nde yargılanmış, yas törenine katılmayanlar içinde vur emri verilmiştir. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde yaşananların benzerliği bu olayla daha net olarak görülmektedir.
Sloganlarında savaşın barış, özgürlüğün kölelik, cahilliğin güç olduğu vurgulanarak insanları tektipleştirme vardır. Totaliter devlet yapısı Avrasya ile sürekli bir savaş halindedir. Dışarıdaki nefret mitingleri, Büyük Kardeş'e koşulsuz bağlılığı teşvik etmek için özel olarak tasarlanmıştır; muhalifler ise ulu orta idam edilmektedir.
Okyanusya halkı düşünmez, bunu engellemek için dilde yenisöylem denilen en az kelimenin olduğu bir sözlük yapılır, bilim ve edebiyat engellenir, sinemalarda sadece savaş filmleri gösterilir, düşünmek bir suçtur ve karşılığı ölümdür. Sokaklarda siyah üniformalı, ellerinde coplarla gezen muhafızlar halka korku salarak salt itaati sağlar. Yasa yoktur, Büyük Birader ne isterse o yapılır. Okyanusya halkında üç sınıf görülür: İç Parti, Dış Parti ve Proleterler. İç Parti bazen tele-ekranı kapatmaya dahi hakkı olan ve her şeyin iyisine sahip olan kesimdir. Dış Parti Büyük Birader için çalışan, buyrukları yerine getirilmediğinde Sevgi Bakanlığı’nda işkence gören ve sonunda buharlaştırılan kesimdir. III. Dünya Savaşı sonrası dünyanın düzeni değişmiştir. 1984 yılındaki Londra, artık Okyanusya devletinin başkentidir. Faşist hükümetin Gerçek Bakanlığı için çalışan bürokratlardan biri olan Winston Smith'in görevi, farkında olmasa da gerçekleri saptırmaktır.
Romanın geçtiği ülkede bulunan, siyasetle pek de bağdaşmayan ‘Gerçek Bakanlığı’ ve bakanlığın küçük odasında yer alan üç borunun birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, diğerinden nelerin düzeltileceğine dair mesajlar gelmektedir. Sonuncusundan ise kağıtlar yakılmak üzere çöpe atılmaktadır. Örneğin, Times gazetesinden gelen eski bir sayıda düzeltmeler yapıldıktan sonra yeniden basılıp arşivlenir, eski sayı ise yok edilir. Gerçek Bakanlığı aslında tarihte yer alan gerçekleri yok etmektedir. Romanda anlatılan distopik dünyada, toplumu kontrol altına alabilmek için gerçekler silinip değiştirilmeli, yeniden yazılmalıdır. Böylelikle halkın geçmişte yaşananlardan yola çıkarak ülkedeki haksızlıklara ayaklanması engellenmiş ve toplum kontrol altına alınmış olur.
“Odacığın duvarlarında üç boru ağzı vardı. Söyleyaz’ın sağında, yazılı mesajların geldiği küçük bir basınçlı boru;solunda, gazetelerin geldiği daha kalın bir basınçlı boru; yan duvarda ise, Winston’ın kolayca uzanabileceği bir yerde, tel kafesle kaplı düz ve uzun bir yarık. Bu sonuncusu çöpe atılacak kağıtlar içindi. Nedense bellek delikleri deniyordu bunlara. Yok edilmesi gerektiği bilinen bir belge, dahası yerde göze çarpan bir kağıtparçası varsa, hiç düşünmeden en yakın bellek deliğinin kapağını kaldırıp içine atıyordunuz; belge ya da kağıt parçası sıcak hava akımına kapılarak binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boyluyordu.”
Geçmişi güncelleme gibi gösterilen bu işlem ile bir yandan Parti’nin öngörülerinin doğruluğu belgelerle halka inandırılmaya çalışılırken, diğer yandan günün gereksinimleriyle çelişen bütün haber ve görüşler Gerçek Bakanlığı tarafından kayıtlardan silinir. Böylece günün gereksinimleriyle çelişen tarihteki tüm haber ve görüşler yok edilerek bir tür bellek yitimi sağlanmış olur. Dış Parti üyeleri Büyük Birader’in söylemlerinde yanlışlık olduğunda düzeltir,Yenisöylem sözlüklerini çıkartır, Büyük Biradere sürekli güç kazandırır. Her şeyin içinde olmalarına rağmen sorgulamazlar çünkü beyinleri cahillikle uyuşturulmuştur.
Bakanlık adları bile gerçeklerin tersyüz edildiğinin yansımasıdır. Gerçek Bakanlığı yalanların ve çarpıtılmanın, Sevgi Bakanlığı işkencenin ve baskının, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır. Ters-yüz edilmiş işlevleriyle bu bakanlıklar insanları iktidarın istediği gibi kontrol altında tutmaktadır. Böyle bir düzende yaşayan herkes denetim altında olduğundan, özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Okyanusya’daki özgürlük de aşağıdaki alıntıda dile getirildiği gibidir: “Matematik alanında bizlere öğretilen iki kere iki dörttür bilgisinin aksine, diktatörlükle yönetilen ülkelerde, iktidar partisi iki kere iki beş eder diyorsa bireyler buna inanmak zorundadır, inanmadıkları takdirde işkenceyle buna ikna edileceklerdir. Beden bilenebilir, ona müdahale edilebilir, bedenle olan ilişkisinden dolayı zihin de bilenebilir ve müdahale edilebilir. Bedeni disipline etmek, insan bilimlerinin oluşturduğu normlara uydurmaktır.” Bedenler normları oluşturmak için bilgi nesnesi haline getirilerek, akıl yoluyla uyruklaştırılarak normlara uymaya zorlanır. Bu zorlamalar okul, hastane, kışla ve tımarhanelerde gerçekleştirilir. Orwell’ın ‘ Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanında da bireyler, hapishanede işkence yoluyla normlara uymaya zorlanmaktadır .
Buna benzer bir bellek yitimi, Türk Edebiyatı’nda Oya Baydar’ın ‘Çöplüğün Generali’ romanında da görülmektedir. Şebeke suyuna karıştırılan ilaçla, İstanbul’da yaşanan bir deprem, geçmişte yaşanan acılar unutturularak insanların adeta üç maymunu (görmedim, duymadım, bilmiyorum) oynamaları sağlanmaktadır .1984 romanında da bütün belgeler yok edildikten sonra geriye kalan yalnızca insan belleğidir ki o da 101 No’lu odadaki işlemlerle insan belleğinden silinerek, toplumsal bellek kaybı sağlanmış olacaktır. Böylece tarih ve geçmiş Parti’nin istediği şekle uydurulmuş olacaktır.
Totaliter fikirlerin ve ideallerin toplumda ne kadar kolay büyüyebileceğine dair korkunç bir anımsama.
“Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülemez.”
Winston, duygularını bir günlükte tutmaya başladığında sisteme meydan okumuş sayılır. Başka bir asi olan Julia ile bir ilişki başlatarak daha da ileri gider. İç Parti üyesi olan O'Brien, Winston'a daha sonrasında ihanet edecek tek arkadaşıdır. Düşünce Partisi, 101 Numaralı Oda’da Winston Smith'in Julia'ya olan sevgisini Büyük Birader'e olan sevgiyle değiştirmek için zihninde ciddi bir temizlik yapar.
Modern dünyaya sert bir eleştiri.
Proleterlerin tek görevi ise çocuk yapmaktır. “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.” Büyük Birader’in tek amacı hayatın tüm zevklerini yok etmektir. Cinsellik, mutluluk, sevgi, sadakat, coşkuyu ortadan kaldırmaktır. Okyanusya toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir, Büyük Birader'in acımasız diktatörlüğü altında hiç tepki göstermeden yaşarlar. Her totaliter rejimde olduğu gibi bu romanda da karşı çıkmaya çalışan bir kesim vardır. Bu kesim Sevgi Bakanlığı’nda Büyük Birader’i sevene ve onun görüşlerini kabul edene kadar sevdiklerini dahi ele vermeye iten işkencelere maruz kalır. Romanın başkahramanı Winston Smith, içinde bulunduğu ortama uyumsuz, yalnız bir kişidir. Akıl dışı bulduğu baskı düzenine muhalefet etmeye, Büyük Birader'e meydan okumaya çalışır. Olay Winston'un antika eşyalar satan bir dükkândan, bir defter ve mürekkepli kalem almasıyla başlar. Bu özel defteri günlük yapmaya karar verir. ‘Tele Ekran’dan görülmeyecek şekilde saklandıktan sonra günlüğünü yazmaya başlar ve artık o düşüncelerini yazmaya cesaret edebilmiş bir düşünce suçlusudur. Suçu ‘Büyük Birader’ diye biri olmadığını, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmesidir. Bu düşüncelerini doğrulayacak kaynak ve ona inanacak kişi arayışına girer. Direnişine Julia da destek olur. ‘Gerçek Bakanlığı’nda çalışan ‘Anti-Sex’ adlı örgütün üyesi olan Julia ve devletin önemli adamlarından olan O'Brien'in da kendisiyle aynı düşünceleri paylaştıklarını düşünür. Kısa bir süre içinde de bu düşüncelerini doğrulayan üç kâğıt eline geçer. Birini Julia gizlice avucuna sıkıştırmıştır ve içinde ‘Seni Seviyorum’ yazmaktadır. Julia da artık düşünce suçlusudur çünkü birini sevmiştir. Julia ile birlikte ‘Düşünce Polisi’nin olmadığı gizli yerlere giderler ve Winston'un uzun seneler önce ayrıldığı ama resmiyette eşi olan kadını aldatırlar. Bu gizli buluşmalarında hatırladıkları geçmişlerini paylaşarak kendilerince mutlu olurlar. İkinci kâğıdı ise O'Brien, ‘Yeni Konuş’ için yapılacak sözlüğe katkıda bulunmasını bahane ederek ‘tele ekran’ın gözü önünde ona vermiştir ve içinde O'Brien'in adresi yazmaktadır. O'Brien'in evine Julia ile beraber gittiklerinde, O'Brien, Winston ve Julia'ya yemin ettirir ve birkaç gün içinde onlara bir kitap ulaştıracağını bu kitabı okuduklarında merak ettikleri şeylerin cevabına ulaşacaklarını söyler. Üçüncü kâğıt ise ona yapması gerekenleri anlatan borudan düşer. Bu kâğıt zaman içinde borunun içinde sıkışmış, tarihin değiştirildiğinin kanıtı olan bir fotoğraftır. Fakat Winston bu fotoğrafın kıymetini tam olarak anlayamadan tarihin yok edildiği ateşe atar. Suç gerçekleşmiş ama suç kanıtı fotoğraf yakılarak yok edilmiştir.Böylece geçmiş silinmiş, insanlara hatırlanacak bir kanıt bırakılmamıştır. Artık kimse o fotoğraftaki gerçeğin yaşanmışlığını iddia edemez.
Sonuç olarak, Distopik toplumlar zulüm, terör, fakirlik, sefalet veya çok ilerlemiş teknolojinin topluma olumsuz yansımasının olduğu kurgusal toplumlardır. Bu toplumlarda ağırlıkla baskıcı, totaliter bir devlet sistemleri vardır. Bu kurgularda toplumun çoğunlukla aşırı nüfus ile birlikte kişisel veya genel tüm özgürlükleri kısıtlanır veya kontrol altına alınır. Konuşma, düşünme, yazma veya cinsel özgürlükler gibi hakları kontrol eden yasalar vardır ve toplumdaki herkes gözetim altında yaşar. Bu yaşam sonucunda yani kişisel özgürlüklerini kaybetmiş kişiler dayanılmaz yaşam koşulları altında hayatta kalma mücadelesi verirler. Sınıf, din, kişilik, cinsellik, mahremiyet vb. her türlü konuda baskı ve kontrol vardır.
İlayda Bozgeyik 11/FLA
Gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılan ‘distopya’ kelimesinin kökeni eski Yunancaya dayanır. Anti-ütopya diye de adlandırabileceğimiz distopyayı oluşturan ‘dis’ ve ‘topya’ hecelerinin kökü eski yunancada ‘kötü’ ve ‘yer’ olarak yer alır. Distopyalar totaliter rejimleri ele alır.
Totaliter rejimlerde kişileri kitle iletişim araçlarıyla sürekli gözlem altında tutma, düşünce dâhil olmak üzere bireyselliği yok edip özgürlüğü ortadan kaldırma, bilinçlenmeyi yok etme ve salt itaat amaçlanır. Totaliter rejimlerde iktidar her zaman haklıdır. Totaliter rejimdeki iktidar, hatasız, her şeyi bilen ve en iyidir. Totaliter rejimlerde korku ve zorbalık ile iktidara sonsuz sevgi ve itaat sağlanır.
1984 romanında totaliter rejimin benzersiz bir örneğini görüyoruz. ‘Büyük Birader’ paralardan, kitaplardan, bayraklardan, posterlerden her yerden ve her şeyden sürekli halkı izlemektedir. Her yerde çift taraflı görüntü veren tele-ekranlar vardır. Bunlar hem yayın yapar, hem de bulundukları yerdeki ses ve görüntüleri merkeze taşır. Hiç kimse, hiçbir zaman bunların denetim alanının dışına çıkamaz. İnsanların tele-ekranlardan sürekli izlenmeleri totaliter rejimlerde toplumun ne denli denetim altında tutulduğunun en iyi göstergesidir. “Tele-ekran kalp atışlarınızı bile saptayabilecek kadar duyarlıydı.”
“Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi.En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Kaldı ki yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile cezayı gerektiren bir suçtu. Yenisöylem’de bu suç için bir sözcük bile vardı: Yüzsuçu diyorlardı.”
Yukarıdaki alıntıdaki söz konusu ‘yüzsuçu’ yakın tarihteki bir olaya son derece benzemektedir. 2012 yılında Kuzey Kore Eski Devlet Başkanı Kim Jong İl’in ölümünden sonra, bu eski diktatörün ölümüne ağlamayanlara çalışma kamplarında 6 ay ücretsiz çalışma cezası verileceği tehdidiyle ülke halkının dizlerine vurarak, hatta yerlere yatarak ağlamalarını, dövünmelerini televizyonlarda şaşkınlıkla izlemiştik. Kuzey Kore’de eski diktatörün ölümüne ağlamayanlardan tespit edilenler ‘Halk Mahkemeleri’nde yargılanmış, yas törenine katılmayanlar içinde vur emri verilmiştir. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde yaşananların benzerliği bu olayla daha net olarak görülmektedir.
Sloganlarında savaşın barış, özgürlüğün kölelik, cahilliğin güç olduğu vurgulanarak insanları tektipleştirme vardır. Totaliter devlet yapısı Avrasya ile sürekli bir savaş halindedir. Dışarıdaki nefret mitingleri, Büyük Kardeş'e koşulsuz bağlılığı teşvik etmek için özel olarak tasarlanmıştır; muhalifler ise ulu orta idam edilmektedir.
Okyanusya halkı düşünmez, bunu engellemek için dilde yenisöylem denilen en az kelimenin olduğu bir sözlük yapılır, bilim ve edebiyat engellenir, sinemalarda sadece savaş filmleri gösterilir, düşünmek bir suçtur ve karşılığı ölümdür. Sokaklarda siyah üniformalı, ellerinde coplarla gezen muhafızlar halka korku salarak salt itaati sağlar. Yasa yoktur, Büyük Birader ne isterse o yapılır. Okyanusya halkında üç sınıf görülür: İç Parti, Dış Parti ve Proleterler. İç Parti bazen tele-ekranı kapatmaya dahi hakkı olan ve her şeyin iyisine sahip olan kesimdir. Dış Parti Büyük Birader için çalışan, buyrukları yerine getirilmediğinde Sevgi Bakanlığı’nda işkence gören ve sonunda buharlaştırılan kesimdir. III. Dünya Savaşı sonrası dünyanın düzeni değişmiştir. 1984 yılındaki Londra, artık Okyanusya devletinin başkentidir. Faşist hükümetin Gerçek Bakanlığı için çalışan bürokratlardan biri olan Winston Smith'in görevi, farkında olmasa da gerçekleri saptırmaktır.
Romanın geçtiği ülkede bulunan, siyasetle pek de bağdaşmayan ‘Gerçek Bakanlığı’ ve bakanlığın küçük odasında yer alan üç borunun birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, diğerinden nelerin düzeltileceğine dair mesajlar gelmektedir. Sonuncusundan ise kağıtlar yakılmak üzere çöpe atılmaktadır. Örneğin, Times gazetesinden gelen eski bir sayıda düzeltmeler yapıldıktan sonra yeniden basılıp arşivlenir, eski sayı ise yok edilir. Gerçek Bakanlığı aslında tarihte yer alan gerçekleri yok etmektedir. Romanda anlatılan distopik dünyada, toplumu kontrol altına alabilmek için gerçekler silinip değiştirilmeli, yeniden yazılmalıdır. Böylelikle halkın geçmişte yaşananlardan yola çıkarak ülkedeki haksızlıklara ayaklanması engellenmiş ve toplum kontrol altına alınmış olur.
“Odacığın duvarlarında üç boru ağzı vardı. Söyleyaz’ın sağında, yazılı mesajların geldiği küçük bir basınçlı boru;solunda, gazetelerin geldiği daha kalın bir basınçlı boru; yan duvarda ise, Winston’ın kolayca uzanabileceği bir yerde, tel kafesle kaplı düz ve uzun bir yarık. Bu sonuncusu çöpe atılacak kağıtlar içindi. Nedense bellek delikleri deniyordu bunlara. Yok edilmesi gerektiği bilinen bir belge, dahası yerde göze çarpan bir kağıtparçası varsa, hiç düşünmeden en yakın bellek deliğinin kapağını kaldırıp içine atıyordunuz; belge ya da kağıt parçası sıcak hava akımına kapılarak binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boyluyordu.”
Geçmişi güncelleme gibi gösterilen bu işlem ile bir yandan Parti’nin öngörülerinin doğruluğu belgelerle halka inandırılmaya çalışılırken, diğer yandan günün gereksinimleriyle çelişen bütün haber ve görüşler Gerçek Bakanlığı tarafından kayıtlardan silinir. Böylece günün gereksinimleriyle çelişen tarihteki tüm haber ve görüşler yok edilerek bir tür bellek yitimi sağlanmış olur. Dış Parti üyeleri Büyük Birader’in söylemlerinde yanlışlık olduğunda düzeltir,Yenisöylem sözlüklerini çıkartır, Büyük Biradere sürekli güç kazandırır. Her şeyin içinde olmalarına rağmen sorgulamazlar çünkü beyinleri cahillikle uyuşturulmuştur.
Bakanlık adları bile gerçeklerin tersyüz edildiğinin yansımasıdır. Gerçek Bakanlığı yalanların ve çarpıtılmanın, Sevgi Bakanlığı işkencenin ve baskının, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır. Ters-yüz edilmiş işlevleriyle bu bakanlıklar insanları iktidarın istediği gibi kontrol altında tutmaktadır. Böyle bir düzende yaşayan herkes denetim altında olduğundan, özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Okyanusya’daki özgürlük de aşağıdaki alıntıda dile getirildiği gibidir: “Matematik alanında bizlere öğretilen iki kere iki dörttür bilgisinin aksine, diktatörlükle yönetilen ülkelerde, iktidar partisi iki kere iki beş eder diyorsa bireyler buna inanmak zorundadır, inanmadıkları takdirde işkenceyle buna ikna edileceklerdir. Beden bilenebilir, ona müdahale edilebilir, bedenle olan ilişkisinden dolayı zihin de bilenebilir ve müdahale edilebilir. Bedeni disipline etmek, insan bilimlerinin oluşturduğu normlara uydurmaktır.” Bedenler normları oluşturmak için bilgi nesnesi haline getirilerek, akıl yoluyla uyruklaştırılarak normlara uymaya zorlanır. Bu zorlamalar okul, hastane, kışla ve tımarhanelerde gerçekleştirilir. Orwell’ın ‘ Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanında da bireyler, hapishanede işkence yoluyla normlara uymaya zorlanmaktadır .
Buna benzer bir bellek yitimi, Türk Edebiyatı’nda Oya Baydar’ın ‘Çöplüğün Generali’ romanında da görülmektedir. Şebeke suyuna karıştırılan ilaçla, İstanbul’da yaşanan bir deprem, geçmişte yaşanan acılar unutturularak insanların adeta üç maymunu (görmedim, duymadım, bilmiyorum) oynamaları sağlanmaktadır .1984 romanında da bütün belgeler yok edildikten sonra geriye kalan yalnızca insan belleğidir ki o da 101 No’lu odadaki işlemlerle insan belleğinden silinerek, toplumsal bellek kaybı sağlanmış olacaktır. Böylece tarih ve geçmiş Parti’nin istediği şekle uydurulmuş olacaktır.
Totaliter fikirlerin ve ideallerin toplumda ne kadar kolay büyüyebileceğine dair korkunç bir anımsama.
“Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülemez.”
Winston, duygularını bir günlükte tutmaya başladığında sisteme meydan okumuş sayılır. Başka bir asi olan Julia ile bir ilişki başlatarak daha da ileri gider. İç Parti üyesi olan O'Brien, Winston'a daha sonrasında ihanet edecek tek arkadaşıdır. Düşünce Partisi, 101 Numaralı Oda’da Winston Smith'in Julia'ya olan sevgisini Büyük Birader'e olan sevgiyle değiştirmek için zihninde ciddi bir temizlik yapar.
Modern dünyaya sert bir eleştiri.
Proleterlerin tek görevi ise çocuk yapmaktır. “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.” Büyük Birader’in tek amacı hayatın tüm zevklerini yok etmektir. Cinsellik, mutluluk, sevgi, sadakat, coşkuyu ortadan kaldırmaktır. Okyanusya toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir, Büyük Birader'in acımasız diktatörlüğü altında hiç tepki göstermeden yaşarlar. Her totaliter rejimde olduğu gibi bu romanda da karşı çıkmaya çalışan bir kesim vardır. Bu kesim Sevgi Bakanlığı’nda Büyük Birader’i sevene ve onun görüşlerini kabul edene kadar sevdiklerini dahi ele vermeye iten işkencelere maruz kalır. Romanın başkahramanı Winston Smith, içinde bulunduğu ortama uyumsuz, yalnız bir kişidir. Akıl dışı bulduğu baskı düzenine muhalefet etmeye, Büyük Birader'e meydan okumaya çalışır. Olay Winston'un antika eşyalar satan bir dükkândan, bir defter ve mürekkepli kalem almasıyla başlar. Bu özel defteri günlük yapmaya karar verir. ‘Tele Ekran’dan görülmeyecek şekilde saklandıktan sonra günlüğünü yazmaya başlar ve artık o düşüncelerini yazmaya cesaret edebilmiş bir düşünce suçlusudur. Suçu ‘Büyük Birader’ diye biri olmadığını, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmesidir. Bu düşüncelerini doğrulayacak kaynak ve ona inanacak kişi arayışına girer. Direnişine Julia da destek olur. ‘Gerçek Bakanlığı’nda çalışan ‘Anti-Sex’ adlı örgütün üyesi olan Julia ve devletin önemli adamlarından olan O'Brien'in da kendisiyle aynı düşünceleri paylaştıklarını düşünür. Kısa bir süre içinde de bu düşüncelerini doğrulayan üç kâğıt eline geçer. Birini Julia gizlice avucuna sıkıştırmıştır ve içinde ‘Seni Seviyorum’ yazmaktadır. Julia da artık düşünce suçlusudur çünkü birini sevmiştir. Julia ile birlikte ‘Düşünce Polisi’nin olmadığı gizli yerlere giderler ve Winston'un uzun seneler önce ayrıldığı ama resmiyette eşi olan kadını aldatırlar. Bu gizli buluşmalarında hatırladıkları geçmişlerini paylaşarak kendilerince mutlu olurlar. İkinci kâğıdı ise O'Brien, ‘Yeni Konuş’ için yapılacak sözlüğe katkıda bulunmasını bahane ederek ‘tele ekran’ın gözü önünde ona vermiştir ve içinde O'Brien'in adresi yazmaktadır. O'Brien'in evine Julia ile beraber gittiklerinde, O'Brien, Winston ve Julia'ya yemin ettirir ve birkaç gün içinde onlara bir kitap ulaştıracağını bu kitabı okuduklarında merak ettikleri şeylerin cevabına ulaşacaklarını söyler. Üçüncü kâğıt ise ona yapması gerekenleri anlatan borudan düşer. Bu kâğıt zaman içinde borunun içinde sıkışmış, tarihin değiştirildiğinin kanıtı olan bir fotoğraftır. Fakat Winston bu fotoğrafın kıymetini tam olarak anlayamadan tarihin yok edildiği ateşe atar. Suç gerçekleşmiş ama suç kanıtı fotoğraf yakılarak yok edilmiştir.Böylece geçmiş silinmiş, insanlara hatırlanacak bir kanıt bırakılmamıştır. Artık kimse o fotoğraftaki gerçeğin yaşanmışlığını iddia edemez.
Sonuç olarak, Distopik toplumlar zulüm, terör, fakirlik, sefalet veya çok ilerlemiş teknolojinin topluma olumsuz yansımasının olduğu kurgusal toplumlardır. Bu toplumlarda ağırlıkla baskıcı, totaliter bir devlet sistemleri vardır. Bu kurgularda toplumun çoğunlukla aşırı nüfus ile birlikte kişisel veya genel tüm özgürlükleri kısıtlanır veya kontrol altına alınır. Konuşma, düşünme, yazma veya cinsel özgürlükler gibi hakları kontrol eden yasalar vardır ve toplumdaki herkes gözetim altında yaşar. Bu yaşam sonucunda yani kişisel özgürlüklerini kaybetmiş kişiler dayanılmaz yaşam koşulları altında hayatta kalma mücadelesi verirler. Sınıf, din, kişilik, cinsellik, mahremiyet vb. her türlü konuda baskı ve kontrol vardır.
İlayda Bozgeyik 11/FLA
George Orwell’in Karşı Ütopyası: 1984
Hayatınızın her saniyesinde izlenildiğinizi, dinlenildiğinizi düşünün. George Orwell’in ‘1984’ adlı romanı, devletin halkı gözetleyerek, özgürlüğünü kısıtladığı bir dünyayı anlatıyor. 1984’te yaşanan olaylar devlet için bir ütopya iken, halk için bir distopya gözlemleniyor. Halkın neredeyse hepsinin manipüle edildiği, devletin düşüncelerine karşı düşünmenin bile özgür olmadığı bir distopya... Romanın ismi ‘1984’ olsa da, aslında George Orwell romanını 1948’de yazmıştır. Romanın ismini 1984 koymasının nedeni geleceğe dair distopik bir öngörüsü olmasıdır.
İlk olarak devletin ‘Büyük Birader’ isminde, gerçek olduğu bile kesin olmayan, devletin düşüncelerini temsil eden birisi ile halkın üstünde korkunç bir baskı kurduğunu, halka sürekli hükmedebilmesi için ‘çiftdüşün sistemi’, ‘düşünce polisleri’ tarzı şeyler ile halktan kimsenin devlete karşı bir şüphe duymamasını sağladığını, şüphe duyanların ise ‘buharlaştırıldıklarını’ görüyoruz. Aykırı düşünmek kesinlikle yasak.
Sonrasında toplumdaki sınıfların ayrımını görmek mümkün. İktidar sınıf elbette hayatını en rahat şekilde yaşayan kısım. Tele-ekranlar tarafından izlenmek zorunda değiller, istedikleri gibi hükmedebiliyorlar ve istediklerini değiştirebiliyorlar. Bunlar partinin ana üyeleri. Partinin dış üyelerine ise çalışan kısım denebilir. En çok denetlenen, dinlenen kısımdır, bunlar için toplumun orta kısmı diyebiliriz. Orta kısmın sadece çalışması, başka hiçbir şeyden zevk almaması, tüm gün işlerini yapıp Goldstein’a nefret duymaları, devlete ise gönülden inanmaları isteniyor. Alt kısmın ise yaşam şartları çok kötü ve devlete göre tek yaptıkları doğurup sonrasında ölmek olduğundan gözetlenmiyorlar.
Son olarak, kimseye güvenilmemeli. Romanın ana karakteri Winston’ın, romanın başından beri parti üyesi olmasına rağmen devlete karşı şekilde düşündüğü, Büyük Birader’i sevmediği görülüyor. Fakat bu düşünceleri kendisine saklıyor, çünkü düşünmenin bile suç olduğu bir yerde devletin baskısını çok net bir şekilde hissedebiliyor. Winston bir süre sonra Julia adlı partiden bir kızla birlikte oluyor ve partinin yasakladığı onlarca şeyi beraber yapıyorlar fakat romanın sonlarında anlaşılıyor ki başkalarına, hatta birbirlerine bile güvenerek hata etmişler.
Düşünmek Yasak
“BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE.”
Aykırı düşünmek, kendine ait bir sözlük almak, partinin ilkelerini benimsememek... Ne yaparsan yap, Büyük Birader izliyor.
İktidar, bitmeyen bir hükümdarlığa sahip olmak adına, halkı denetleyip kontrol altına alıyorlar ve bunu garantiye almak için yaptıkları bir sürü önlem var. ‘Çift düşün’ sistemi bunlardan biri. Winston’ın da işi partiye bu sistemde yardım etmek. Parti eskiden dediği bir şeyi değiştirmek isterse, dememiş olmak isterse, aynen istedikleri gibi olur ve halk bunu kabul etmek zorundadır. Partinin dediği her şey doğrudur. Birbiriyle çelişse de, kendisini çürütse de, ne derse desin bunu doğru kabul etmek şarttır.
Düşünmek bile suçtur, çünkü bilmemiz gereken tek şey partinin dedikleri ve partinin ilkeleridir. Ama parti “düşünce suçunu” bile engellemek için, Okyanusya’ya “Yeni söylem” denen kendi dillerini çıkarıyor. Bu yeni dilde çok fazla bir değişiklik olmamasına rağmen, bir sürü kelime çıkarılmış, ya da anlamlarının kısıtlanmış olduğu görülüyor. Bu şekilde, partiye karşı bir şekilde düşünmek için yeterli kelime haznesi kimsede olamayacağından, kimse düşünemeyecektir. “Cahillik güçtür.”
Sınıf Ayrımcılığı
Romanda sınıfların ayrımı oldukça dikkat çekiyor. Sınıflar eşit değil ve bu sadece kargaşaya ve kavgaya yol açar. Ancak asla ayaklanmaya neden açmaz. Devletin Proloterleri, yani alt kesimi hiç denetlememesinin sebebi de budur. Onlar sadece yaşar, üretir ve ölürler. Ayaklanmak için nedenleri yoktur, çünkü hayatın ne kadar güzel olabileceğini bilmezler, bu konuda hiçbir fikirleri yoktur. Kendi dünyalarındalardır onlar. Bu yüzden parti onları denetleme ihtiyacı duymuyor.
Orta kesimi kontrol altına almaya çalışıyor çünkü onların yaşam tarzı ve şartları alt kesimlerden daha iyidir ve kendileri iktidar olmak, daha da iyi yaşam şartlarına sahip olmak ister. Bunun olmadığına emin olmak için parti, özellikle düşük rütbeli dış parti üyelerini sıkı bir denetim altında tutuyor.
Kitapta belirtildiği gibi bir ayaklanma gerçekleşse bile üst kesim orta olur, orta kesim üst kesim olur ve alt kesim hep alt kesim kalır.
Parti Her Yerde
Julia ve Winston beraber olduktan sonra, beraber partinin ilkelerine karşı geliyorlar. Düşünüyorlar, erotizm yasak olmasına rağmen cinsel ilişkiye giriyorlar, alt kesim bir dükkândan kendilerine oda tutuyorlar, ‘Kardeşliğe’ katılıyorlar... Winston yakalancaklarını düşünse bile bunu devam ettiriyor.
Winston, parti üyelerinden olan O’Brien’ı bir umut ışığı olarak görüyor. Onu güçlü görüp, hep onunla birlikte partiye karşı gelebileceklerini düşünüyor. Belki de roman boyunca bu düşünce onu ayakta tutuyor.
Dükkânının üst odasını kiraladığı yaşlı adamla konuşmaktan zevk alıyor, gözetlenmediğini bilmek keyif veriyor. Fakat bir gün Julia’yla beraber Goldstein’ın kitabını okurken odayı askerlerin basmasıyla anlaşılıyor ki O’Brien da dükkân sahibi de aslında partinin casuslarıylarmış.
Romanın sonunda, Winston bile Julia’dan vazgeçmiş, partiye karşı kaybetmiştir. Artık o da Büyük Birader’i kabullenmiştir.
Sonuç
George Orwell’in “1984” romanı, bir karşı-ütopya olmasıyla, totalarizmin ele alındığı bir rejimi anlatmasıyla önemli bir yere sahiptir. Sözde demokrasi, eşitlik, güç, barış gibi ilkeleri ele alan bir devletin aslında sadece iktidarda kalma çabasıyla halkını kısıtlayarak bir distopya yaratıyor.
Romanda yaşanan birçok şeyi günümüzde bile görmek oldukça mümkün. George Orwell belki de romanını geleceğe bir uyarı olması için yazdı... Özellikle günümüz Türkiye’sinde bu tarz sınıf ayrımlarını, iktidarın halkını manipüle etmesini, hatta “Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür.” ilkelerini görmek oldukça mümkün. Bunu yenmenin yolu da, romanda partinin kısıtladığı düşünmekten, cahilliği yenmekten geçiyor.
YİĞİT DOĞAN 11/FLA
Hayatınızın her saniyesinde izlenildiğinizi, dinlenildiğinizi düşünün. George Orwell’in ‘1984’ adlı romanı, devletin halkı gözetleyerek, özgürlüğünü kısıtladığı bir dünyayı anlatıyor. 1984’te yaşanan olaylar devlet için bir ütopya iken, halk için bir distopya gözlemleniyor. Halkın neredeyse hepsinin manipüle edildiği, devletin düşüncelerine karşı düşünmenin bile özgür olmadığı bir distopya... Romanın ismi ‘1984’ olsa da, aslında George Orwell romanını 1948’de yazmıştır. Romanın ismini 1984 koymasının nedeni geleceğe dair distopik bir öngörüsü olmasıdır.
İlk olarak devletin ‘Büyük Birader’ isminde, gerçek olduğu bile kesin olmayan, devletin düşüncelerini temsil eden birisi ile halkın üstünde korkunç bir baskı kurduğunu, halka sürekli hükmedebilmesi için ‘çiftdüşün sistemi’, ‘düşünce polisleri’ tarzı şeyler ile halktan kimsenin devlete karşı bir şüphe duymamasını sağladığını, şüphe duyanların ise ‘buharlaştırıldıklarını’ görüyoruz. Aykırı düşünmek kesinlikle yasak.
Sonrasında toplumdaki sınıfların ayrımını görmek mümkün. İktidar sınıf elbette hayatını en rahat şekilde yaşayan kısım. Tele-ekranlar tarafından izlenmek zorunda değiller, istedikleri gibi hükmedebiliyorlar ve istediklerini değiştirebiliyorlar. Bunlar partinin ana üyeleri. Partinin dış üyelerine ise çalışan kısım denebilir. En çok denetlenen, dinlenen kısımdır, bunlar için toplumun orta kısmı diyebiliriz. Orta kısmın sadece çalışması, başka hiçbir şeyden zevk almaması, tüm gün işlerini yapıp Goldstein’a nefret duymaları, devlete ise gönülden inanmaları isteniyor. Alt kısmın ise yaşam şartları çok kötü ve devlete göre tek yaptıkları doğurup sonrasında ölmek olduğundan gözetlenmiyorlar.
Son olarak, kimseye güvenilmemeli. Romanın ana karakteri Winston’ın, romanın başından beri parti üyesi olmasına rağmen devlete karşı şekilde düşündüğü, Büyük Birader’i sevmediği görülüyor. Fakat bu düşünceleri kendisine saklıyor, çünkü düşünmenin bile suç olduğu bir yerde devletin baskısını çok net bir şekilde hissedebiliyor. Winston bir süre sonra Julia adlı partiden bir kızla birlikte oluyor ve partinin yasakladığı onlarca şeyi beraber yapıyorlar fakat romanın sonlarında anlaşılıyor ki başkalarına, hatta birbirlerine bile güvenerek hata etmişler.
Düşünmek Yasak
“BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE.”
Aykırı düşünmek, kendine ait bir sözlük almak, partinin ilkelerini benimsememek... Ne yaparsan yap, Büyük Birader izliyor.
İktidar, bitmeyen bir hükümdarlığa sahip olmak adına, halkı denetleyip kontrol altına alıyorlar ve bunu garantiye almak için yaptıkları bir sürü önlem var. ‘Çift düşün’ sistemi bunlardan biri. Winston’ın da işi partiye bu sistemde yardım etmek. Parti eskiden dediği bir şeyi değiştirmek isterse, dememiş olmak isterse, aynen istedikleri gibi olur ve halk bunu kabul etmek zorundadır. Partinin dediği her şey doğrudur. Birbiriyle çelişse de, kendisini çürütse de, ne derse desin bunu doğru kabul etmek şarttır.
Düşünmek bile suçtur, çünkü bilmemiz gereken tek şey partinin dedikleri ve partinin ilkeleridir. Ama parti “düşünce suçunu” bile engellemek için, Okyanusya’ya “Yeni söylem” denen kendi dillerini çıkarıyor. Bu yeni dilde çok fazla bir değişiklik olmamasına rağmen, bir sürü kelime çıkarılmış, ya da anlamlarının kısıtlanmış olduğu görülüyor. Bu şekilde, partiye karşı bir şekilde düşünmek için yeterli kelime haznesi kimsede olamayacağından, kimse düşünemeyecektir. “Cahillik güçtür.”
Sınıf Ayrımcılığı
Romanda sınıfların ayrımı oldukça dikkat çekiyor. Sınıflar eşit değil ve bu sadece kargaşaya ve kavgaya yol açar. Ancak asla ayaklanmaya neden açmaz. Devletin Proloterleri, yani alt kesimi hiç denetlememesinin sebebi de budur. Onlar sadece yaşar, üretir ve ölürler. Ayaklanmak için nedenleri yoktur, çünkü hayatın ne kadar güzel olabileceğini bilmezler, bu konuda hiçbir fikirleri yoktur. Kendi dünyalarındalardır onlar. Bu yüzden parti onları denetleme ihtiyacı duymuyor.
Orta kesimi kontrol altına almaya çalışıyor çünkü onların yaşam tarzı ve şartları alt kesimlerden daha iyidir ve kendileri iktidar olmak, daha da iyi yaşam şartlarına sahip olmak ister. Bunun olmadığına emin olmak için parti, özellikle düşük rütbeli dış parti üyelerini sıkı bir denetim altında tutuyor.
Kitapta belirtildiği gibi bir ayaklanma gerçekleşse bile üst kesim orta olur, orta kesim üst kesim olur ve alt kesim hep alt kesim kalır.
Parti Her Yerde
Julia ve Winston beraber olduktan sonra, beraber partinin ilkelerine karşı geliyorlar. Düşünüyorlar, erotizm yasak olmasına rağmen cinsel ilişkiye giriyorlar, alt kesim bir dükkândan kendilerine oda tutuyorlar, ‘Kardeşliğe’ katılıyorlar... Winston yakalancaklarını düşünse bile bunu devam ettiriyor.
Winston, parti üyelerinden olan O’Brien’ı bir umut ışığı olarak görüyor. Onu güçlü görüp, hep onunla birlikte partiye karşı gelebileceklerini düşünüyor. Belki de roman boyunca bu düşünce onu ayakta tutuyor.
Dükkânının üst odasını kiraladığı yaşlı adamla konuşmaktan zevk alıyor, gözetlenmediğini bilmek keyif veriyor. Fakat bir gün Julia’yla beraber Goldstein’ın kitabını okurken odayı askerlerin basmasıyla anlaşılıyor ki O’Brien da dükkân sahibi de aslında partinin casuslarıylarmış.
Romanın sonunda, Winston bile Julia’dan vazgeçmiş, partiye karşı kaybetmiştir. Artık o da Büyük Birader’i kabullenmiştir.
Sonuç
George Orwell’in “1984” romanı, bir karşı-ütopya olmasıyla, totalarizmin ele alındığı bir rejimi anlatmasıyla önemli bir yere sahiptir. Sözde demokrasi, eşitlik, güç, barış gibi ilkeleri ele alan bir devletin aslında sadece iktidarda kalma çabasıyla halkını kısıtlayarak bir distopya yaratıyor.
Romanda yaşanan birçok şeyi günümüzde bile görmek oldukça mümkün. George Orwell belki de romanını geleceğe bir uyarı olması için yazdı... Özellikle günümüz Türkiye’sinde bu tarz sınıf ayrımlarını, iktidarın halkını manipüle etmesini, hatta “Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür.” ilkelerini görmek oldukça mümkün. Bunu yenmenin yolu da, romanda partinin kısıtladığı düşünmekten, cahilliği yenmekten geçiyor.
YİĞİT DOĞAN 11/FLA
Totaliter Düzenlerde Dilin Gerçekliğinin Değiştirilmesinin 1984 Kitabı Üzerinde İncelenmesi
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.” diye yazar Wittgenstein (1) Dilin kullanımı ve birey tarafından konuşmanın oluşturulmasını bebeklik döneminden başlayarak görülen, duyulan ve tanık olunan birçok faktör belirler. Dilin oluşturulmasına dair teoriler temelde günümüzde Chomsky – Pinker cephesi olarak tabir edilebilecek olan dili zihinde hali hazırda var olan bir oluşum olması ve dilin bebeklikten itibaren aktif olarak öğrenilmesi olarak ikiye ayrılır. Bu yazıda dilin oluşturulmasındaki bu iki teorinin inceliklerine girilmeyecek olunmasıyla birlikte dilin günlük yaşantıda kullanımında yapılabilecek değişikliklerin bireyin konuştuğu dili aktif biçimde etkileyecek olması ve dolayısıyla bireyin düşünce sisteminde değişiklikler oluşturabileceği önkoşulu göz önüne alınarak George Orwell’in 1984 isimli kitabında dilin yaşadığı anlatılan değişimler bu çerçevede incelenecektir.
Totaliter düzenleri otoriter düzenlerden ayıran temel faktör otoriter düzenlerde halkın desteklediği siyasal oluşumlar bulunurken totaliter düzenlerde halkın büyük çoğunluğunun desteği olmaksızın mutlak baskı rejimi bulunmaktadır. Bu nedenle totaliter düzen eğer varlığını uzun süreçte devam ettirmek istiyorsa yeni insanlar yaratmak zorundadır. İnsanlar sistemin kurallarını ve etik anlayışını içselleştirmek zorundadır. Bu içselleştirmenin olmadığı noktada düzen varlığını genişletemez ve genişleyemeyen totaliter devlet yok olmaya mahkûm hale gelir. Dil de yeni insanlar yaratmak için kullanılan propaganda araçlarından biri olarak değerlendirilebilir.
Maksimal otoritenin sağlanması için kullanılan bariz baskı ve propaganda araçlarının haricinde gizli ve uzun süreçte daha etkili olabilen propaganda araçları da bulunmaktadır. Örneğin medya, totaliter düzenlerde açık bir biçimde propaganda aracı olarak kullanılabilirken “dil” gibi uzun süreçte, sabırla toplumda değiştirilen propaganda sistemleri vardır. Nazi Almanya’sı dönemi Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı olan Dr. Paul Joseph Goebbels sinemanın propaganda amaçlı gücünü fark etmiştir ve İradenin Zaferi (Leni Riefenstahl, 1935) hakkında da dediği gibi: “Silahlara dayalı bir güce sahip olmak iyi olabilir ancak insanların kalbini kazanmak daha iyi ve tatmin edicidir.” (2) Sözcüklerin ve propaganda amaçlı olarak dili ve düşünceyi değiştirmenin gücünün fark edilmiş olması 1984 kitabındaki totaliter düzenle paralellik oluşturması açısından önemlidir.
Gerçekliği değiştirmek mümkün müdür? Mutlak gerçeklik mutlak olması dolayısıyla (Hegelci bakış açısıyla) değiştirilemezdir ancak insanların gerçekliği ve geçmişi algılayış biçimleri değiştirilebilir. Bunu yapmak aslında bir anıyı devamlı olarak bir miktar farklı biçimde anlatmak kadar kolaydır. Çünkü hatıralar beyinde bir noktada kümelenen veya saklanan olgular değildirler. Bir anıyı her hatırladığımızda beynimiz o an yaşandığı andaki nöral bağlantıları tekrardan “kurar”. Bu nedenle bir şeyi her hatırladığımızda onu küçük bir miktar değiştirmiş oluruz. Bir anı devamlı olarak başka kelimeler kullanılarak anlatıldığında veya bir miktar değiştirilerek anlatıldığında gerçekliğimiz değişebilir. Propagandanın verimliliği açısından oldukça iyi bir yöntemdir. Totaliter düzen büyük kitlelerin gerçekliği algılayış biçimlerini değiştirmek isterse, bunu sözcüklerin gücünü kullanarak kolaylıkla yapabilir.1984 kitabında tarihin düzenli olarak değiştirilmesi ve insanlara farklı biçimlerde anlatılması/aktarılması buna bir örnek olabilir. Öyle ki ana karakter Winston Smith de kitabın sonlarına doğru sözcüklere -işkence tehdidine- dayanamamıştır, düzenin olması gerektiği gibi olduğunu düşünmeye başlamıştır ve sistemin dışında geliştirmeye başladığı karakterini kaybetmiştir.
Dilin A,B,C gibi farklı kompartmanlara ayrılması ve bu sınıflandırmanın kullanıcıları da farklı sınıflara ayırması topumdaki keskin hiyerarşik yapıyı güçlendirir nitelikte olmakla birlikte bir sınıfa ait kelimelerin belli bir sınıf tarafından kullanılamaması o sözcüklerin kullanamayan insanlara yabancılaşmasına neden olur. Onları tanımlamak ve adlandırmak için kullandığımız sözcükler nesneleri ve eylemleri algılayış biçimimizi oluşturduğundan dolayı bu nesnelere ve eylemlere yabancılaşma kaçınılmaz olur. Örneğin A sınıfında “düşünmek” sözcüğünün bulunması ancak “düşündüm” biçiminde çekimlenememesi bireyin zihninde geçmişte yapılmış bir düşünme eyleminin gerçekliğini ve geçerliliğini azaltır.
Çoğunlukla distopik/ütopik eserlerde olduğu gibi 1984 de içinde bulunulan siyasal-sosyal dönemin sorunlarından temel alır. Orwell’in Yenisöylem’inin yayımlandığı yıl (1949) ve bu totaliter liderlerin Büyük Birader ile olan karakteristik özelliklerini de göz önüne alırsak Stalin SSCB’si ve Hitler Almanya’sından temel aldığını söylemek yersiz olmaz. Eserin dile yaklaşımını değerlendirme konusunda tarihsel bağlamının da önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Nazi Almanya’sı ve Stalin dönemi SSCB’si içinde bulundukları siyasal rejimlerin dil anlamında gerekliliklerini sağlamaya yönelik çalışmıştır ve bunun izlerini modern Almanca ve Rusça dillerinde de görmekteyiz. Dilin başkalaştırılmasının tarihsel bağlamda filolojideki etkileri de aslında 1984 kitabındaki devlet oluşumunun amaçladığı hedefe uzun süreçte, dil açısından, ulaşabileceğinin kanıtı olarak görülebilir.
”Winston, en kötü düşmanın kendi sinir sistemin, diye düşündü.” (3) diye yazmış Orwell; o dönemde hatıra sisteminin tam olarak nasıl işlediğini bilmeyerek de olsa, dilin ve sözcüklerin kullanılış biçiminin siyasal propaganda açısından ne kadar etkili olabileceğini ve kitlelerin gerçeklik algısının dil yoluyla kolaylıkla etkilenebiliyor oluşunun sosyolojik incelemesini yapıyor, bir bakıma. Distopyalar ve devlet tarafından yapılan mutlak dil kontrollerinin gerçekleşme olasılığı düşük de olsa, 1949 yılındaki tarihsel gerçeklikte edebiyat yoluyla bu kadar isabetli bir incelemenin yapılması bizlere edebiyatın gücünü gösterir niteliktedir. Yazı yazmak bir tür gerçeklik yaratmaktır, bu gerçekliğin kurallarını dil yoluyla yazar belirler. Yazının gücü, dilin gücüdür.
AYÇA ERCAN 11/FLA
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.” diye yazar Wittgenstein (1) Dilin kullanımı ve birey tarafından konuşmanın oluşturulmasını bebeklik döneminden başlayarak görülen, duyulan ve tanık olunan birçok faktör belirler. Dilin oluşturulmasına dair teoriler temelde günümüzde Chomsky – Pinker cephesi olarak tabir edilebilecek olan dili zihinde hali hazırda var olan bir oluşum olması ve dilin bebeklikten itibaren aktif olarak öğrenilmesi olarak ikiye ayrılır. Bu yazıda dilin oluşturulmasındaki bu iki teorinin inceliklerine girilmeyecek olunmasıyla birlikte dilin günlük yaşantıda kullanımında yapılabilecek değişikliklerin bireyin konuştuğu dili aktif biçimde etkileyecek olması ve dolayısıyla bireyin düşünce sisteminde değişiklikler oluşturabileceği önkoşulu göz önüne alınarak George Orwell’in 1984 isimli kitabında dilin yaşadığı anlatılan değişimler bu çerçevede incelenecektir.
Totaliter düzenleri otoriter düzenlerden ayıran temel faktör otoriter düzenlerde halkın desteklediği siyasal oluşumlar bulunurken totaliter düzenlerde halkın büyük çoğunluğunun desteği olmaksızın mutlak baskı rejimi bulunmaktadır. Bu nedenle totaliter düzen eğer varlığını uzun süreçte devam ettirmek istiyorsa yeni insanlar yaratmak zorundadır. İnsanlar sistemin kurallarını ve etik anlayışını içselleştirmek zorundadır. Bu içselleştirmenin olmadığı noktada düzen varlığını genişletemez ve genişleyemeyen totaliter devlet yok olmaya mahkûm hale gelir. Dil de yeni insanlar yaratmak için kullanılan propaganda araçlarından biri olarak değerlendirilebilir.
Maksimal otoritenin sağlanması için kullanılan bariz baskı ve propaganda araçlarının haricinde gizli ve uzun süreçte daha etkili olabilen propaganda araçları da bulunmaktadır. Örneğin medya, totaliter düzenlerde açık bir biçimde propaganda aracı olarak kullanılabilirken “dil” gibi uzun süreçte, sabırla toplumda değiştirilen propaganda sistemleri vardır. Nazi Almanya’sı dönemi Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı olan Dr. Paul Joseph Goebbels sinemanın propaganda amaçlı gücünü fark etmiştir ve İradenin Zaferi (Leni Riefenstahl, 1935) hakkında da dediği gibi: “Silahlara dayalı bir güce sahip olmak iyi olabilir ancak insanların kalbini kazanmak daha iyi ve tatmin edicidir.” (2) Sözcüklerin ve propaganda amaçlı olarak dili ve düşünceyi değiştirmenin gücünün fark edilmiş olması 1984 kitabındaki totaliter düzenle paralellik oluşturması açısından önemlidir.
Gerçekliği değiştirmek mümkün müdür? Mutlak gerçeklik mutlak olması dolayısıyla (Hegelci bakış açısıyla) değiştirilemezdir ancak insanların gerçekliği ve geçmişi algılayış biçimleri değiştirilebilir. Bunu yapmak aslında bir anıyı devamlı olarak bir miktar farklı biçimde anlatmak kadar kolaydır. Çünkü hatıralar beyinde bir noktada kümelenen veya saklanan olgular değildirler. Bir anıyı her hatırladığımızda beynimiz o an yaşandığı andaki nöral bağlantıları tekrardan “kurar”. Bu nedenle bir şeyi her hatırladığımızda onu küçük bir miktar değiştirmiş oluruz. Bir anı devamlı olarak başka kelimeler kullanılarak anlatıldığında veya bir miktar değiştirilerek anlatıldığında gerçekliğimiz değişebilir. Propagandanın verimliliği açısından oldukça iyi bir yöntemdir. Totaliter düzen büyük kitlelerin gerçekliği algılayış biçimlerini değiştirmek isterse, bunu sözcüklerin gücünü kullanarak kolaylıkla yapabilir.1984 kitabında tarihin düzenli olarak değiştirilmesi ve insanlara farklı biçimlerde anlatılması/aktarılması buna bir örnek olabilir. Öyle ki ana karakter Winston Smith de kitabın sonlarına doğru sözcüklere -işkence tehdidine- dayanamamıştır, düzenin olması gerektiği gibi olduğunu düşünmeye başlamıştır ve sistemin dışında geliştirmeye başladığı karakterini kaybetmiştir.
Dilin A,B,C gibi farklı kompartmanlara ayrılması ve bu sınıflandırmanın kullanıcıları da farklı sınıflara ayırması topumdaki keskin hiyerarşik yapıyı güçlendirir nitelikte olmakla birlikte bir sınıfa ait kelimelerin belli bir sınıf tarafından kullanılamaması o sözcüklerin kullanamayan insanlara yabancılaşmasına neden olur. Onları tanımlamak ve adlandırmak için kullandığımız sözcükler nesneleri ve eylemleri algılayış biçimimizi oluşturduğundan dolayı bu nesnelere ve eylemlere yabancılaşma kaçınılmaz olur. Örneğin A sınıfında “düşünmek” sözcüğünün bulunması ancak “düşündüm” biçiminde çekimlenememesi bireyin zihninde geçmişte yapılmış bir düşünme eyleminin gerçekliğini ve geçerliliğini azaltır.
Çoğunlukla distopik/ütopik eserlerde olduğu gibi 1984 de içinde bulunulan siyasal-sosyal dönemin sorunlarından temel alır. Orwell’in Yenisöylem’inin yayımlandığı yıl (1949) ve bu totaliter liderlerin Büyük Birader ile olan karakteristik özelliklerini de göz önüne alırsak Stalin SSCB’si ve Hitler Almanya’sından temel aldığını söylemek yersiz olmaz. Eserin dile yaklaşımını değerlendirme konusunda tarihsel bağlamının da önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Nazi Almanya’sı ve Stalin dönemi SSCB’si içinde bulundukları siyasal rejimlerin dil anlamında gerekliliklerini sağlamaya yönelik çalışmıştır ve bunun izlerini modern Almanca ve Rusça dillerinde de görmekteyiz. Dilin başkalaştırılmasının tarihsel bağlamda filolojideki etkileri de aslında 1984 kitabındaki devlet oluşumunun amaçladığı hedefe uzun süreçte, dil açısından, ulaşabileceğinin kanıtı olarak görülebilir.
”Winston, en kötü düşmanın kendi sinir sistemin, diye düşündü.” (3) diye yazmış Orwell; o dönemde hatıra sisteminin tam olarak nasıl işlediğini bilmeyerek de olsa, dilin ve sözcüklerin kullanılış biçiminin siyasal propaganda açısından ne kadar etkili olabileceğini ve kitlelerin gerçeklik algısının dil yoluyla kolaylıkla etkilenebiliyor oluşunun sosyolojik incelemesini yapıyor, bir bakıma. Distopyalar ve devlet tarafından yapılan mutlak dil kontrollerinin gerçekleşme olasılığı düşük de olsa, 1949 yılındaki tarihsel gerçeklikte edebiyat yoluyla bu kadar isabetli bir incelemenin yapılması bizlere edebiyatın gücünü gösterir niteliktedir. Yazı yazmak bir tür gerçeklik yaratmaktır, bu gerçekliğin kurallarını dil yoluyla yazar belirler. Yazının gücü, dilin gücüdür.
AYÇA ERCAN 11/FLA