Yazdık-çaDerslerde yazdığımız serbest yazı çalışmalarımızı sizin için derledik.
|
Camdan Kuğu
"Bilgilerinizi incelediğimde itiraf etmeliyim ki sizi bu işe en uygun aday olarak görmemiştim ama çocuklarla iletişiminiz beni çok etkiledi.”
“Evet, onları seviyorum.” dedi Asya. Bir yandan çiçek işlemeli gömleğinin yakasını düzeltiyordu. Yılın bu zamanları gerçekten çok sıcaktı ve buna hiç alışık olmadığından karşısındaki yetimhane müdürünün aksine terden dolayı suratına birkaç kahverengi saç teli yapışmıştı. Elleri de terlemişti ama bu sıcaktan mı yoksa heyecandan bütün gün ellerini ovuşturduğundan mıydı bilmiyordu. Belki de sabah kahverengi bu pantolonum yerine buraya ilk geldiğimde de üzerimde olan şortumu giymeliydim, diye düşündü. “Size yetimhanemizi bizzat ben gezdirmek isterdim ama sanırım görevli arkadaşlarım bunu çoktan halletmiş.” Müdür sol elindeki tükenmez kalemi ritmik bir şekilde masaya vuruyordu. “Evet.” diye mırıldandı genç kadın. Gözüyle yeşil çerçeveli eskimiş pencerelerden içeri giren gün ışığını takip etti. Tahta zeminin üstünde boylu boyunca uzanarak ilerliyordu odanın diğer ucundaki kapıya kadar. Çok büyük bir alan değildi ama Asya burayı görür görmez istemeden de olsa burada müdür olmanın hayalini kurmuştu. Her sabah gelip kırmızı yastıklı kanepesine oturur, kahvesini içer, yeni uyanmış çocukların bahçedeki keyifli seslerini dinler ve temiz havayı içine çekerdi. “Çok fazla oyalanmayalım, çocuklar kahvaltılarını yapmışlardır.” Müdür bu sözünün karşılığında genç kadından heyecanlı bir gülümseme aldı ve beraber küçücük bir atölyeye indiler. “Burası sizin en çok vakit geçireceğiniz alan sanıyorum. Çocuklarım resimlere bayılır, onlara harika şeyler öğreteceğinize eminim.” Müdür bunu söyleyince Asya’nın aklı istemsizce üvey annesine kaydı. O yetimhanedeki küçük çocuklara resim öğretmesini hiçbir zaman istememişti. Parasının az olduğunu ve kabul edildiği yetimhanenin çok uzakta, kimsenin bilmediği dağlık bir alanda olduğunu duyunca da sinirlenmişti. O böyle şeyleri asla anlamazdı. Zaten pek sanatla ilgilendiği de söylenemezdi. “İlk dersinizde sizinle beraber olmayı isterdim ama çok önemli bir işim çıktı ne yazık ki.” “Sorun yok, ben halledebilirim.” diye karşılık verdi gecikmeden. Müdür çıktıktan yaklaşık on dakika sonra bir sürü küçük çocuk içeri girmişti. Hepsi merakla etrafa bakıyorlardı. Asya, ilk olarak hepsini köşedeki renkli minderlerin üstüne oturttu, kendisini tanıttı. Çok geçmeden çocuklar alıştıktan sonra dilleri çözülmüş başta çıkan fısıltılar yaramaz bağrışmalarla gülüşmelere dönmüştü. Bunun üzerine hepsine birer kâğıt ve kalem vererek sevdikleri şeyleri çizmelerini istedi. Ellerindeki malzemeleri ilk kez görüyorlarmış gibi baktılar bir süre sadece. Ardından hepsi bu bir görevmişçesine kendi resimlerine odaklandıklarında Asya derin bir nefes almıştı. Dersin sonunda da herkes kendince eserlerini vermek için sıraya girdi. İlk dersi nihayet bitmiş, çocukları göndermişti ve başına tatlı bir ağrı bile girmişti. Tam atölyeden çıktığı sırada koridorda onu bekleyen sarı saçlı küçük bir çocuğa gözü çarptı. Ellerini arkasında birleştirmiş utangaç bir şekilde ona bakıyordu. Sonra sanki uzun süre nefesini tutuyormuş gibi bir anda salmıştı kendini ve bir çırpıda “Çınar da çok sever resimleri.” sözcükleri dökülmüştü dudaklarından. “Çınar da kim?” Diye sordu Asya çocukla aynı hizaya gelebilmek için tek dizinin üstüne çökerken. “Benim arkadaşım.” diye mırıldandı. “O derslere gelmiyor.” Genç kadın merakla kaşlarını çattı. “Neden?” “Hiç söylemediler.” Asya daha da meraklanmıştı karşısındaki çocuk böyle söyleyince, omuzundaki çantasını kavradı. “Onunla da tanışmak isterim, nerede şu anda?” Sadece bir dakika içerisinde Çınar’ın kapısının önündeydiler. Ona yolu gösteren sarışın oğlan sessizce gidince Asya kapıyı iki kere tıklattı ve yavaşça kolu çevirdi. Kapı tiz bir gıcırtıyla açılırken gördüğü ilk şey yatakta yatan soluk benizli bir erkek çocuğu oldu. Pencereden gelen rüzgâr çocuğun seyrek kestane saçlarını sallıyordu. Eğer dikkatli bakmasaydı çocuğun gözlerinin kapalı olduğunu söyleyebilirdi. “Merhaba.” dedi Asya. Açık kapıyı kapattı ve iki adım Çınar’a doğru ilerledi. “Tanışmak ister misin?” Karşısında yatan çocuk ona bakmıyordu bile ama dinlediğinden emindi. “Ben Asya, yeni geldim.” Bir süre durdu ve odanın ortasına yürüdü. “Burası senin mi? Çok güzelmiş. Ben de hep kendime ait bir oda istemiştim biliyor musun? Kaldığım yurtlar buna imkân sağlamazdı ama.” Çınar hala Asya’ya bakmıyordu, gözlerini kapattı. “Manzaran da güzelmiş.” dedi genç kadın gülümseyerek. Pencere geniş ağaçlık bir araziye ve kocaman bir gökyüzüne bakıyordu. “Bütün gün burada durup bulutları bir şeylere benzetebilirim. Sen sever misin?” Yine bir tepki alamadı. “Belki benzetmeyi sevmezsin ama eminim ki çizmek hoşuna gider. İşte o zaman gerçekten bulutları istediğin herhangi bir şeye benzetebilirsin.” Koridorda koşuşturan iki çift ayak sesi dışında hiçbir şey duyulmadı. “Ben resim öğretmeniyim.” diye ekledi. Çınar gözlerini biraz daha aralamış tamamen karşısındaki kadına bakıyordu şimdi. “İlgini çekti galiba. Sen derse gelmeyince ben sana dersi getirdim.” Güldü. Çınar’ın gözleri çantadan görünen fırçalara kayınca suratında ilk kez bir duygu görüldü. Merakla Asya’nın ne yapacağını bekliyordu. Bunun üzerine genç kadın çok fazla bekletmeden çantasından birkaç renkli kalem ve bir defter çıkardı. “Resimleri sevdiğini duydum.” Çınar yatak başlığına sırtını verdiği zaman Asya onun yanına oturdu ve çantasından çıkardıklarını önüne serdi. “Bunlar senin olsun, olur mu?” Defteri nazikçe çocuğun kucağına koyup hevesle ilk sayfayı açmasını izledi. Çok geçmeden Çınar bir şeyler çizmeye başlamıştı bile. “Çok yeteneklisin daha önce hiç ders aldın mı?” diye sordu Asya. Çınar yine tepkisiz kaldı. Asya tam ağzını bir şeyler söylemek için açmıştı ki odaya iki tane görevli kadın girdi. Çınar da kucağındaki çizim malzemelerini yatağın örtüsünün altına sakladı hemen. Görevlilerden biri Asya’yı dışarı alırken diğeri odada kaldı ve elindeki yemek tepsisini komodinin üstüne bıraktı. “Ondan haberiniz olduğunu bilmiyorduk.” dedi Asya’yı dışarı çıkaran görevli. “Yoktu. Nesi var?” Sanki bir sır veriyormuş gibi hafifçe kendisine eğilmesini izledi. “Buraya yaklaşık olarak 8 ay önce geldi. Geldiğinden beri de asla konuşmadı. İlk başta üzgün olduğu için konuşmadığını sandık ama doktorların söylediğine göre geçirdiği trafik kazasının şokuyla konuşamıyormuş.” Görevli, genç kadından bir tepki bekledi ama beklentileri boşa çıktı. “Ailesiyle bir araba kazası geçirdi ve tek kurtulan Çınar oldu.” İç çekti ve koridordan çocuğa yemek vermeye çalışan diğer görevliyi izledi bir süre. “Çok üzülüyorum çocuğa, zavallıcık. Kuş kadar bir şey bir de.” Asya sert bir tonda “Acımayın.” diye çıkıştı. “Çınar çok güçlü bir çocuk. Bu küçücük yaşında kolay bir şey yaşamamış ama gördüğünüz gibi burada başı dik bir şekilde duruyor.” Aradan birkaç hafta geçmişti. Asya her sabah yetimhaneye en yakın yerleşim yerinde tuttuğu 1+1 evinden sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor, hazırlığını yaptıktan sonra çıkıyordu. Yarım saat yolun ardından çocukların arasına karışıyor, onlarla her gün farklı farklı şeyler çiziyor, gün bitmeden de Çınar’ın yanına uğruyor ve onun resim çizmesini seyrediyordu. Yine batıya bakan Çınar’ın odasında minik elleriyle kuğu çizmeye başlayan çocuğu izliyordu Asya. Yaşını tam olarak bilmiyordu ama yaşıtlarına göre çok iyi çizdiğini ilk günden fark etmişti. Ayrıca kuğulara da özel bir ilgisi vardı, defterini onlarla donatırdı. “Ben de kuğuları çok severim.” dedi Asya. Çınar cevap vermedi. “Onların kendilerine has bir güzelliği var. Gerçekte hiç görme şansım olmadı ama bir keresinde kaldığım yurttaki masal kitaplarının birinde fotoğrafı vardı.” Güldü. “Bunu söylememiştim kimseye ama o kadar hoşuma gitmişti ki o sayfayı yırtıp cebime atmıştım. Hatta bunun için dayak bile yemiştim. Asla vermedim, hep yanımda taşırdım.” Çınar duraksadı ve yattığı yerden kalktı. Hareketleri çok yavaştı ama sanki bunu umursamıyor gibiydi. Yatağın karşısındaki dolabı açtı ve içindeki askılıktaki çantanın gözünden bir şey eline aldı. Avucunu sıkarak yatağa geri geldiğinde Asya’yla göz teması kurmamıştı. Defteri kucağına çekti ve üç kişiyi sayfalara döktü. Biri Çınar’a benziyordu. Asya bu resimdeki diğer kişilerin çocuğun annesi ve babası olduğunu anlamıştı. Sonra kadının eline küçük bir kuğu çizdi. “Annen de kuğuları seviyor öyle mi?” Asya bu konunun açılmasını aslında çocuğu daha fazla üzmemek için hiç istemiyordu ama geri adım atamazdı çünkü bu çocukla haftalar sonra kurduğu ilk iletişim belirtisiydi. Çınar sessizce sol avucunu kaldırdı ve sıkı sıkıya tuttuğu elini açtı. Asya bu cam parçasına yakından baktığında küçücük bir kuğu olduğunu fark etti bunun, çocuk diğer eliyle resmettiği kadını daire içine aldı ve elindeki zarif cam parçasını Asya’ya uzattı. Batan güneş kuğunun yüzeyini okşuyor, genç kadının eline gökkuşağını vuruyordu. “Bu çok güzelmiş. Annen çok zevkli bir kadın.” Bilerek geçmiş zaman kullanmamaya çalışıyordu ama hem bu odanın hem de bu kuğunun hüzünlü bir havası vardı ve bunu hissedenin sadece kendisi olmadığını da biliyordu. Çınar defterde eski sayfalardan birini açtı. Bu sayfadaki kuğu Asya’nın elindekiyle aynıydı. Başparmağıyla resmini okşadı. “Çok seviyorsun anlaşılan.” Kuğuyu ona geri verip elini uzattı. “Baksana güneş çok güzel batıyor, hem sana göstermek istediğim bir şey var. Biraz dışarıda gezmeye ne dersin?” Çınar kararsızlıkla bir Asya’nın eline bir de yüzüne baktı. “Sorun değil, diğer bütün çocuklar şu anda akşam yemeğindeler. Seninki gelene kadar biraz yürüyüş yapmamızda bir sorun görmüyorum.” Beraber bahçeye çıktıklarında Asya onu ağaçların arasına yönlendirdi. Biraz ilerlediklerinde karşılarına çok büyük olmayan masmavi bir göl çıkmıştı. Etrafını ağaçlar duvar gibi kapatsa da ışığın girmesine engel olamıyorlardı. Sanki parmaklıların arasından uzanan eller gibi gün ışığı yaprakların arasından gölün yüzeyine doğru akıyordu. Birkaç kuş cıvıldayarak önlerinden geçti. Hafif bir rüzgâr esiyor ve bu da ayak bileğine gelen çimleri hareketlendiriyordu. Çınar uzun zaman sonra ilk kez gülümsedi bu manzara karşısında, nutku tutulmuş gibiydi. Birkaç adımda göle vardı. Ayakkabılarının ıslanmasını umursamadan suyun içinde durdu bir süre. Gölün içinde ilerlemeye başlayınca Asya da birkaç adımla çocuğun arkasında durdu. Ne yapacağını kestiremiyordu. Çınar dizlerine kadar suya girdi ve derin bir nefes aldı. Hava gittikçe kararıyor ve soğuyordu. Muhtemelen Çınar’ı odasında bulamayan görevliler çoktan onu aramaya çıkmışlardı bile. Asya gitmeleri gerektiğini söylemek için bir hamle yaptığı sırada Çınar hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözyaşları göle dökülüp yüzeyinde geçici bir iz oluşturuyor, elindeki kuğuyu kalbine bastırırken anılarının içinde kendini oradan oraya savuruyordu. Kazadan sonra belki de ilk kez bu kadar kötü olmuştu, belki de kaza kendini yeni hissettirmeye karar vermişti. Şimdi beline kadar suyun içindeydi İkisi de üşümeye başlamışlardı ama ağlaması durmuyordu. Hatta Çınar’ı bile akıntısına katıp götürmeyi planlıyordu. Bunun aksine ağır bir yük varmış gibi her zaman çökük olan omuzları sekiz aydan sonra ilk kez bu kadar özgüvenliydiler. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı aralardan kaçan gözyaşlarına rağmen. Nefesleri, elleri titrekti. Gitmek istemiyordu. Bunu anlatmak için konuşmasına gerek yoktu, aralarındaki bağ sözcüklerle oluşmamıştı ki. Avucundaki camdan kuğuya son bir kez baktı. Tekrar gözlerini kapattı ve kuğunun ellerinin arasından kayıp gitmesine izin verdi. Bu bir veda değildi, sadece geçmişini geçmişte bırakmıştı. Defne Naz Canoğulları - Hz/C |
Gülüşme ve bağrışma sesleri geliyordu dışarıdan. Güneşin pırıl pırıl parladığı, bu ılık günde tabii ki gelecekti bu sesler. Yaşıtlarım sokakta top oynuyor, eğleniyordu; aileleri de çay, kahve eşliğinde mahallelinin dedikodusunu yapıyordu. Ben mi? Ben burada, düzgünce sıralanmış, daha kimsenin elini sürmediği her bir yerinden belli olan, tertemiz kitapların tozunu alıyordum. Renk renk, boy boy bir duvar dolusu kitap. Birazdan evin sahibi beni çağırır; bir buçuk kaşık şekerli, orta demli çayını isterdi çünkü saat on olmak üzereydi. Sonra eşi gelir o da şekersiz çok demli çayını rica ederdi. Hep rica ederdi bana. Yaşım küçük olduğundan bazı kelimeleri dikkatle kullanır, her birini bana öğretmeye çalışırdı. Hatta bazı günler, alfabeyi öğrenip okuma yazma bilmem için çabalamıştı ama böyle zamanlarda ya eşine yakalanıyor ya da acil bir toplantı yüzünden gitmesi gerekiyordu.
“Yanında çikolata yerine kurabiye getir bu sefer.” dedi ev sahibi. “Tabii, efendim!” diyerek hemen çayları ve kurabiyeleri hazırlamak için mutfağa gittim. “Gazeteyi de getirir misin lütfen?” diye seslendi eşi içeriden. Tepsiye hemen günlük gazeteyi ve okuma gözlüklerini de koyarak yanlarına gittim. Elimdekini cam sehpaya bırakıp önce çayları, daha sonra da istenilen gazete ve ima edilen gözlükleri tahta tepsiden sehpaya aktardım. Ev sahibinin eşi şekersiz çayına uzandı ve teşekkür ederek gidebileceğimi işaret etti. Arkamı dönüp işime devam etmek için yan odaya geçtim. Burası salondaki konuşmaların en iyi duyulduğu yerdi. Böylece temizlik yaparken kendimi yalnız hissetmiyordum. “Hanım, şu habere baksana.” Ardından çay içme sesi. “Bakayım canım, hangisi?” “Şu.” Sonra derin bir sessizlik, çay içme sesi ve bir sessizlik daha. “Yalan haberdir bu, inanma bunlara.” “Neresi yalan Hanım? Baksana! Sözleşme diyor. Ayrıca dünyaca onaylanmış. Bunun yalanı söylenmez ki!” Bir çay içme sesi daha, sonra ardından gelen, tahminen omuz silkme ki şu cümle kuruldu: “Hanım, hiç öyle umursamıyormuş gibi yapma.” Bu kadar önemli neydi acaba bu haber? Okumayı bilsem, kimse olmadığında gider bakardım. Ama mecbur ya daha çok dinleyecek ya da birine soracaktım. “Baksana yazıyor işte; yaşama hakkı, bir isme sahip olma hakkı, vatandaşlığa sahip olma hakkı…” “Tamam da biz bunların hepsini karşılıyoruz, yaşıyor, ismi de vatanı da var!” “Bitmedi ki! Eğitim, düşünce özgürlüğü, eğlence hakkı… Peki, bunlar ne olacak?” Sonra bir sessizlik oldu ve ardından bana seslenildi. Ev sahibinin ikinci çay zamanı gelmişti. O haber konusu kapandı, uzun süre de açılmadı. Sürekli evdekilere sorsam da ya söylemiyorlar ya da yalan söyleyip geçiştiriyorlardı. Yüzlerindeki garip ifadelerle de benden uzaklaşıyorlardı. Haftalar geçti üzerinden. O haber nedensizce aklıma takılmıştı, içimi yiyip bitiriyordu. En sonunda bu merak, beni ev sahibinin eşinin yanına götürdü. Sordum, her şeyi açıkladı. Beni birkaç gün sonra giydirdi, bir ailenin yanına verdi. Çalışmak yerine okudum, eğlendim, daha önce hiç yaşamadığım anlara tanık oldum. Aradan yirmi yıl geçmiş olmalı. Geçen gün gazetenin bir köşesinde, “SOSYETE HAYATININ BÜYÜK ACISI!” adlı bir başlık gördüm. Merak etmiştim, kim diye. Daha dikkatli bakınca eskiden hizmetçi olarak çalıştığım evin sahibinin vefat etmiş olduğunu gördüm. Baş sağlığı dilemek için bildiğim adrese gittim. Hâlâ aynı köşkte oturuyordu. Kapıyı eşi açtı. Büyüyüp yetişmemi, şimdiki konumumda olmamı sağlayan adamın saçlarına aklar düşmüştü. Beni görünce önce şaşırdı sonra sevindi. Uzun uzun sohbet ettik. Doktor olmuş olmama bir türlü inanamıyordu. Bana bakıp “İyi ki...” deyip duruyordu. Vedalaşırken de cümlenin sonunu getirdi. “İyi ki o gün gazetede Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni görmüşüm. Yoksa sen bizim yanımızda perişan olurdun…” Melodi AKBABA HZ C |
George Seurrat, A Sunday Afternoon
Çek KürekleriHer yıl düzenlenen bahar şenliğine o yıl yeni bir etkinlik eklenmişti. Artık sadece yetişkinler değil çocukların da yarışıp ödül kazanabileceği bir programdı bu. Bahar şenliğinin düzenlendiği yerdeki nehirde kürek çekme yarışması olacaktı. Ödül olaraksa çocukların en sevdiği, dondurma! Bunu duyan Heloise, Manon, Jacques ve Basil şenliğin düzenlendiği cumartesiye kadar kendilerince hazırlanmaya başladılar. Küçük kolları yettikçe buldukları ağır eşyaları kaldırmaya çalışıyor, anneleri izin verirse yakınlardaki gölde yüzme antrenmanı yapıyor ve koşturmaca oynuyorlardı. Dondurma için bu kadar zahmete girmişler gibi görünse de onların tek amacı aslında kazanmaktı. Böylece okuldaki tüm arkadaşları onları konuşacaktı.
Bahar şenliği geldi çattı. Nehrin kıyısında piknik yapmak için çocukların anneleri yiyecekler getirmişti. Heloise’in annesinin mis kokulu poğaçalarına dayanamayıp el uzatan Jacques, Basil’in sert yumruğuyla karşılaştı. “Ne yapıyorsun sen? Yarışmadan önce yemek yersen tüm nehre kusarsın! Kusmuklu nehirde yüzmek kimse istemez, bırak o poğaçayı.” Jacques her ne kadar arkadaşlarının yarışmayı biraz abarttığını düşünse de denileni yaptı. O sırada mayolarının kapatmadığı kısımlarına güneş kremi süren Manon ve Heloise’e katıldılar. Az sonra da yarışmanın başlayacağı yere doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yarışmaya bazıları onlarla yaşıt, bazıları onlardan küçük ama çoğunluğu onlardan çok daha büyük ve iri yarı olan çocuklar da katılıyordu. Manon arkadaşlarını endişeyle dürttü. “Diğerlerinin ne kadar uzun ve güçlü olduklarına baksanıza! Kazanmaya hiç şansımız yok. Acaba birkaç yıl beklesek, biz de onlar gibi büyüyünce mi katılsak, ne dersiniz?” Bu duyduklarına inanamayan Basil kaşlarını çattı. “Ne? O kadar hazırlandıktan sonra mı? Korkaklık yapma Manon! Onlar yaşça büyük olabilir ama biz bir ekibiz, çok çalıştık ve kazanacağız, göreceksin!” Onun bu sözleriyle gaza gelen diğer çocuklar neşelenmişti. Aradan geçen birkaç dakikanın sonunda çocuklar kayıklarda yerlerini aldı. Küreklere şaşkınlıkla bakan bizim çocukların aklından aynı şey geçiyordu fakat bunu sadece Heloise dile getirebildi. “Biz o kadar çalıştık, antrenman yaptık ama bu küreklerin nasıl çalıştığını bilen var mı ki aramızda?” Basil rahatsızca etrafına bakındı. “Iııı, şey, sanırım…” Ve tam o anda düdük sesi duyuldu. “Başlayın!” Onlar küreklere bakakalmışken diğer çocuklar ilerlemeye başladılar. Tam hepsi umutlarını kaybetmişti ki bir ses duyuldu. “Çek! Çek kürekleri!” Bu Jacques’ın annesiydi. O tarafa baktıklarında bir de ne görsünler! Anneleri onlara nasıl kürek kullanılacağını gösteriyordu. Sanki bir pandomimci gibi olmayan küreklere asılıyorlardı. Annelerini taklit etmeye başlayan çocuklar, birden hızlanmaya başladılar. Bir, iki, üç kayık geçtik derken önlerinde sadece bir kayık kalmıştı. “Yaşasın! Kazanacağız!” diye bağırdı Manon. Fakat önlerindeki takımın pes eder gibi bir hali yoktu. Kürekleri o kadar hızlı çekmeye başlamışlardı ki kayık sallanıyordu. “Dikkat edin, düşeceksiniz!” diye seslendi Heloise ama neye yarar! Önlerindeki kayık alabora olmuştu kaşla göz arasında. O anda çocuklar ödül falan unutmuşlardı. Hemen suya düşmüş olan takımın yanına kürek çekip onlara yardım etmeye çalıştılar. Jacques ve Manon onların kayıklarını düzeltmesine yardımcı olurken Basil ve Heloise çocukların ellerini tutup sürüklenmediklerinden emin oluyorlardı. Diğer takımı sağ salim kayıklarına bindirdiklerinde yarışma çoktan bitmişti. Onların arkasında bir tane bile kayık kalmamış, düşen takımla birlikte sonuncu olmuşlardı. Bitiş noktasına vardıklarında kazanan çocuklar dondurmalarını kapmışlardı bile. Doğru olanı yaptıklarını bilmelerine rağmen kaybetmenin mutsuzluğuyla kayıklarından inince onları anneleri karşıladı. Dördünün de yüzünde bir gülümseme vardı. “Tebrikler! Sizinle gurur duyuyoruz.” dedi Basil’in annesi çocukların yanaklarına birer öpücük kondururken. “Hadi gelin, sizi dondurma yemeye götürüyoruz!” Evet, belki sonuncu olmuşlardı ama doğru olanı yapmışlardı. Ayrıca, yine dondurma yemişler ve kazandıkları için olmasa da okuldaki arkadaşları o hafta boyu onları konuşmuştu. Zeynep Deniz Genç - Hz/A |
Pazar'ın MucizesiNeydi bugün günlerden, yılın hangi ayıydı? Sanırım tek bildiği bir gün daha ölüme yaklaştığıydı. Günleri o kadar sıradandı ki soylu kadıncağızın uyandığı saatten itibaren gününü ezbere bir çırpıda anlatabilirdi.
Gözlerini son gününe uyandırırcasına, istemsizce araladı. Buruk bir gülüş dudaklarına peydahlanırken odanın başındaki iki genç hizmetçi tek bir ağızdan "Gününüz aydın olsun hanımefendi" dedi. Bunun üzerine sadece aynı buruk gülümsemeyle yanıt vermişti soylu kadın. Bugün bir farklılık istiyordu. İçten içe bir şeyler onu dürtüyor gibiydi ama kulak vermedi. Ayaklarını yatağından sarkıttı. Dalgınlığından olsa gerek çıplak ayakları selamladı yeri, içi ürpermişti, yerler bu kadar soğuk muydu gerçekten? Peki, evinde terlik olmayanlar nasıl... Düşüncelerini bölen hizmetçilerin tiz bağrışlarıydı " Aman, Madame Emma aman, hasta olursunuz. Terliğinizi giymelisiniz bu kış gününde lütfen!" Diğerinden onaylarcasına belirtiler gelirken Emma onları duymamış gibiydi, takıldığı nokta bambaşkaydı. Mevsim kış mıydı? Ama en son yaz değil miydi? Açık olan perdeden en son bakabildiğinde doğa renkli giysilerini giymişti. Yoksa şimdi bu her yerin pamuk gibi olduğu anlamına mı geliyordu? Kalbi duracak gibi çarparken küçük bir umuduyla karı görebilmenin, iki gencin arasından duyduğu fısıltı tüm tozpembe hayallerini bir üfleyişte uçurdu, kanını dondurmasına sebep oldu. "Yalan söylemek hiç hoşuma gitmiyor, elbet bir gün burada tıkılı kalmaktan sıkılacak. Dışarı çıkmasından korktuğumuz için sürekli yalan söyleyemeyiz." Ne diyordu onlar, ne yalanından bahsediyorlardı? Yalan dedikleri mevsimle mi alakalıydı? Yoksa... Yoksa hasta da mı değildi? O güneşi yakından görse, ayaklarını denize soksa ölmeyecek miydi? Ani bir tepkiyle arkasına döndü. Korkmuşlardı genç hizmetçiler onun bu tepkisine. Duydu mu yoksa duymadı mı diye içleri içlerini kemirdi. Emma içten içe haykırıp sormak istese de sustu, her zamanki gibi sustu. Belli etseydi kaçamazdı, hem belli etse ne olacaktı ki? Yine nedenini öğrenemeyeceği belki ona söylenen yüzlerce yalandan birini duyacaktı. Oysa şimdi niyeti bambaşkaydı. Kaçacaktı, hasta olup olmadığını anlamasının, bambaşka bir hayat sürebilmesinin tek yolu buydu, yıllardır o kocaman malikânenin tek bir penceresi bile aralanmamıştı. Emma'nın bağışıklık sistemi ile ilgili ölümcül bir hastalığı olduğu söylenmişti. O kadar güçsüzmüş ki en küçük mikrop bile onu alt üst edebilecek durumdaymış. Bu yüzden 6 yaşından beri bahçeye bile ayak basamamıştı. Kan kırmızısı dudaklarında hissettiği ıslaklığı narince sildi ve hiçbir şey belli etmeden kızlardan odadan çıkmalarını dileyip üstünü değiştirdi. Bu kendisi gibi değildi sanki kalbinin yerinde bir kuş durmadan kanat çırpıyordu. Ya son gününü dolu dolu yaşayıp ölecek ya da dolu dolu yaşadığı günün ardından kalbindeki kuş gibi özgür olacaktı. Deli gibi korkuyordu ama hayatında daha önce bu kadar kararlı hissetmemişti de kendini. Ana kapı her zaman kilitli tutulurdu, çalışanların girip çıktığı tek kapı mutfaktan arka ahıra bağlanan kapıydı. Güya Emma bulmasın diye gizlemişlerdi o kapıyı. Emma orayı bile keşfetmiş ama o kapıdan çıkmaya gücü yetmemişti bugüne kadar. Gözlerini ilk saniyeler açamadı, rüyaysa uyanmak istemedi çünkü. Derin derin nefes aldı, yaşadıklarının gerçek olduğuna inandıktan sonra daha fazla beklemeden bahçedeki güzellikleri görmeye can atıyordu kalbi. Gözlerini açtı. Güneş'in parıldayan ışıkları tekrar gözlerini kısmasına sebep olurken bu ufak acı bile hoşuna gitmişti. Ayakları ondan bağımsız hızlı hareketlerle bedenini malikânenin dışına doğru sürüklüyordu adeta. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Sadece uzaklaşmak istiyordu. Bu ömrüne hapishane olan yerden olabildiğince uzaklaşmak istiyordu. Yürüdü, yürüdü. Adını bilmediği, daha önce hiç geçmediği sokaklardan saatlerce hiçbir şey düşünmeden dolaştı. En sonunda vardığı yer karşısında adeta şaşkına döndü. Daha önce ne bu kadar güzelliği bir arada görmüştü ne de kendini bir yere bu kadar ait ama bir o kadar uzak hissetmişti. Karşısında masmavi bir gölet, yemyeşil bir park, onlarca belki yüzlerce mutlu insan vardı. Kalbindeki kuşun o an uçup gittiğini, özgürleştiğini hissetti. İstediği her şey belki de ellerinin, ayaklarının altında duruyordu. Saymadı, dakikalarca gölü, etrafı izledi. Dayanabilir mi ayaklarını suya değdirmek tutkusuyla yanıp tutuşan biri, bu kadar yakınken hayaline yapmadan durabilir mi? O anın heyecanıyla kim ne der umursamadan çıkardı ayakkabılarını, fırlattı kenara. Sakince oturdu çimenlere. Sabah çıplak ayak yere basarken içi ürperen Emma şimdi hiçbir şeyi düşünmeden çimenlerden ayaklarını denize mi sallandıracaktı? Aklına gelen düşünceyle gülüşünü tutamadı ve kahkahası dudaklarından küçük bir çocuğunki gibi dökülüverdi. Yine temiz havayla doldurdu ciğerlerini ve ayaklarını aşağı doğru sarkıttı. Neydi bu hissettiği? Duştaki suya hiç benzemiyordu, apayrıydı bu. Tüm yükünün, sıkıntısının o suyla gittiğini hissetti. Çocuk gibi şapırdattı suyu, oynadı. Belki bir daha göremezdi, sokamazdı ayağını. Evdekiler acaba fark etmişler miydi yokluğunu? Tabii nasıl fark etmesinler ki zaten saat de epey geç olmuştu. Esen rüzgârla üşüdüğünü hissetti. İstemeye istemeye çıkardı ayaklarını, uzun uzun baktı gölete tekrardan. Artık kalkma vakti gelmişti. Ayakkabılarını giydi usulca. Ne yapacaktı şimdi? Nereye gidecekti? Yanına hiçbir şey almadan öylece çıkmıştı. Eve dönemez... Cümlesini kesen derinden gelen can yakıcı öksürüklerdi. Çok üşümeye de başlamıştı. Artık dönmeliydi belki de hapishane dediği yere. En azından son günüyse veda ederdi ona bunca yıl bakanlara, değilse de ne de olsa güzel bir gündü değil mi? Hayatı boyunca unutamayacağı kadar eşsiz. Geldiği yöne yöneldi daha birkaç adım atmıştı ki önünü kesen gençle ayakları olduğu yere çivilendi. İlk başta kim bu saygısız diye düşünse de gözlerine baktığında gördüğü bambaşkaydı. Bu gölü andıran gözler Emma'nın hayatında gördüğü en güzel gözler olabilirdi. Adam hızlıca genç kadının eline bir tablo tutuşturdu. Emma tabloyu aldığı gibi oradan ayrılmıştı, ne yaptığının pek de farkında değildi. Aslında orada kalıp sorabilirdi kim olduğunu. Neden kaçma gereği duymuştu ki? İkisinin de kalpleri birbirlerinden habersiz deli gibi çarpıyordu. Emma o mavi gözleri düşünüyordu, eli istemsizce dudağına gitti. Gülümsüyor muydu? Yoksa ona da mı gülümsemişti? Olamaz diye düşündü. Olayın şokuyla tabloya daha bakmamıştı bile. Tablo aklına geldiği anda gözlerini elindekine çevirdi. Arka arkaya yaşadığı şokları kalbi ne kadar kaldırırdı bilemiyordu artık. Bu oydu. O ve tüm bu güzellikler; ağaçlar, yemyeşil alan, onlarca birbirinden güzel hayvan ve onun gözlerini andıran o masmavi gölet. Gözleri bir süre onu aradı, gözlerini bulamayınca pes edip geldiği gibi geri döndü malikânesine. Yorgun hissediyordu ama bu fiziksel anlamdakinden ağırdı. Üşüyordu, çok üşüyordu. Belki de hiç bu kadar üşümediği içindi. Malikânenin ağır kapısının zilini var gücüyle çaldı. Yere yığılmak üzereydi. Ölüyor muydu yoksa? Ama o gözleri bir daha görmek, o gölle bir daha buluşmak istiyordu. Saniyeler sonra kapı ağır gürültüsüyle birlikte açıldı. Herkesin gözünden endişe fışkırıyordu. Hiçbir şey söylemelerine izin vermeden çok yorgun olduğunu, uyumak istediğini ve üşüdüğünü söyleyip bir adım attı. Attığı adımla sarsıldı Emma. Kucakladıkları gibi Emma'yı sıcak yatağına yatırdılar. Daha fazla mayıştığını hissetti genç kadın. Ağır ağır son gücüyle başladı konuşmaya. Onlar sormadan duyduklarını anlattı. Herkes utançtan başlarını eğmişti. Daha sonra günün güzelliğinden bahsetti Emma. Yüzündeki tebessümden ve elinde hâlâ sımsıkı sarılı tuttuğu tablodan güç alarak sahip olamadığı iki gölden hiç sıkılmadan, tükenene kadar bahsetti. Son dakikalarını yaşıyordu ve odadaki herkes bunun farkındaydı. Oysa Emma daha yeni doğmuş gibiydi, ölüm erken değil miydi? Sahi Emma ne zaman doğmuştu onu bile bilmiyordu, o mavi gözlerle ne zaman tanışmıştı bilmiyordu? Acı acı gülümsedi, doğumu da ölümü de birdi. Kafasını kucağında sımsıkı bağlı elleri altında duran tabloya çevirdi. "Bugün günlerden ne? Bari bugün bana yalan söylemeyin." diye acı, bitik bir sesle yakındı. Cılız bir ses "Pazar" diye karşılık verdi ve Emma'nın ağzından son kelimeler de kuş gibi uçup gitti. "Pazar, bugün benim hem doğum hem ölüm günüm." Alin Lal Durukan - Hz/C |
Abbas SAYAR, Yorganımı Sıkı Sar Evden çıktı. Öğlenin ağır sıcağı “merhaba” dedi hemen… Aldıracağı yoktu. Ve de aldırmadı. İçindeki eziklik yetiyor, artıyordu bile… Bir de güneşin dik dik konuşmasına açık tutacak kulağı yoktu… Köyü çıktı. Ekinlere takılan gözleri tökezledi. Alttan alta tutuşmuştu köyün tüm ekinleri. Alt yapraklar sapsarı kesilmişti. Üste de koyu bir morluk sarılığın sırtına çökmüş gibiydi. Can alıcı yeşilden iğne boyu bir uç gözükmüyordu. “Bir ben değil cümle âlem perişan,” dedi içinden… “Köy tümüyle karaları giydi,” dedi içinden… Sonra duyulur sesle söylendi: “El ile gelen düğün bayram… ” Beğenmedi söylediklerini: “Böyle bayram batsın… Kara günün bayramı olur mu? Tümüynen yandık işte… Hepimizin ipliği pazara çıkacak…” Söylenip yürüyordu. Başından bir boy ter boyun aralığından sırtına kayıyordu. Bir boy ter de alın boşluğundan aşağı iniyordu…“ Bu ekinlere denizleri bağlasan yine de çaresiz,” diye düşündü. Bu aralık burun sırtından süzülen iri bir damla terin “pat” sesi duyulurcasına toprağa düştüğünü hissetti: “Böyle iri iri yağmalı ki toprak kansın…” Böyle söylendi. Kıldırgüçük bir bölük tarlası vardı bu yönde. Hem de köy tarlalarının bitiminde… Öküzlerle gelip gitmesi, tarlaya iki çizgi çekmesi akşamı buldururdu. “Bu tarla günlüğümü beş kuruşa getirtiyor,” diye dert yanardı sağa sola… MAHKÛM "Bizim işimiz bitti." ses elemanlardan birinden geliyordu. Sona kalanlardan... Başını salladı yavaşça, bu onun gidin, deme şekliydi. Botların yere vurulurken çıkardığı seslerle rüzgâr ekinlerin arasından dans ediyor günün kötü hissiyatını savurmak için sanki ağzından bir şeyler geveliyordu. Bu öyle bir danstı ki kimi çiftçiler bunu görmek için eker, biçer sonra da toplarlardı. Gizli bir mesajlaşma gibi. İşte bu zamanlarda hasır şapkalı adam hissederdi boynuna vuran tehditkâr havayı. Bıçağın ucundaki soğukluk gibiydi bu ama daha güvenliydi, belki de silah onun elinde olduğu içindi bu güveni. Gülümsedi. Ayların yorgunluğu saklıydı bu dudakları kıvrıldığında yanaklarında oluşan yaşanmışlık çizgilerinde. Bir sır gibi bütün bedenine gömülmüştü. Bütün köyün bildiği o sırrı kimsenin saklamak gibi bir derdi yoktu ama sorarsanız da söylemezlerdi. Ayaklarının ona gösterdiği yolun sonu köyün kahvesine çıkıyordu. Normalde kalabalık olan bu mekân gecenin karanlığında tekinsizdi. İnsanlar yüzünden değildi bu, sürekli bir sorun çıkardı zaten onların aralarında. Sorun tamamen hissiyata dayalıydı. "Kelebekler." dediğini duydu yaşlıca bir adamın. "Onlar yüzünden ekinler bu halde." Bu adam eskilerindendi köyün. Bütün ailesi Ohrigstad'daki yabani incir ağacının topraktaki bağı gibi bağlıydı buraya. "Kelebekler ekinlerimizi çürütüyor, çok fazla insan ölmeye başladı. Sorun değil." Kendi kendine konuşuyordu. Ne deli adam. Yarışmaları kazanmak isteyen açgözlü insanlar... Bir macun üretip köklere saldılar. Büyüyen ekinler güzeldi, üzerine konan kelebeklerin gölgesine kadar. Renkli kanatlarından ekinlerin üzerine seriliyordu şimdi, çok geçmeden zehirlenen bitkiler tek yemekti köylüler için. Gölgeler... Onları zehirlemiş. Dışarısıyla köyün arasındaki yollar tıkalı. Garip. Değil mi? Eve vardığında kalbinde bir yorgunluk, boğazında bir yumru vardı. Giriş soğuk, odalar boş, ev hüzünlü... Gözlerini kapatıp açtığında kendini yukarıda buldu, karsının yamacında. Ellerini tutmuş, kapalı mavilere bakıyordu. Hatırlamasa da karısının son hallerini biliyordu ki bu kelebekler yüzündendi her şey. Yaptığı yemeklerde, kokladığı çiçeklerde, soluklandığı havada saklıydı bu. Siyah uzun saçlar dağılmıştı yastığa. Dudağıyla burnunun kıvrımının arasındaki ben bile soğuktu. Buz gibi ince parmakların bir zamanlar ellerini sıktığını düşledi. Düşledi çünkü hatırlamıyordu ve hatırlamayışıydı onu dehşete düşüren. Zamanın akıp gitmesi onun suçu değildi ama hatırlamıyordu işte. Karısının hareketsiz bedeninin yanına yattı. Ölü değildi, uyuyordu sadece bir süredir. Uzun bir süredir. Gözleri camın ardındaki aya kaydı. Dalga geçer gibi gülümsüyordu ona yukarıdan. Beyaz ışıklar yatağında sevdiğinin yüzüne, ellerine düşüyordu. "Hepsi senin suçun." Rüzgâr esti, tekrar. "Hepsi..." derin bir nefes aldı ama yetmedi. "Şaka mı yapıyorsun bana? Komik değil. Biliyorum senin yüzünden. Kıskandın ve aldın onu benden. Şimdi son bir dileğim var. Al canımı tam şu anda. Almayacaksan da söz ver, geri ver onu bana." Tutarsız gökyüzü sabahı akşam yapmış, güneşi doğurmamıştı yine. Hissediyordu ama rüyadaymış gibiydi. Elini soluna attığında hissetmesi gereken soğuk beden yoktu. Gözleri karanlığa açıldı. Alt kattaydı, fırından yeni aldığı tepsiden ekmek kokuları geliyordu. Mutfakta hava aydınlıktı şimdi. Yaklaştı, karısının açık gözlerine dokundu, yanaklarına, omuzlarına... Ellerine tutundu. Tepsiyi çıplak, savunmasız tutan narin eller yanmıştı. Yanmaya devam ediyordu. Kadının gülüşü solmazken onun için endişelenen karşıdakiydi. Tepsiyi aldı, kenara koydu. Dirseklerinden tuttu ve sarıldı ona. Karşılık alamasa da kıkırtıları kulağının dibindeydi. "Buldum seni, kavuştum sonunda." Aniden boşluğa sarılan kolları tökezletti onu. Karısı ekmeğin başında belirdi, küçük bir parça kopardı. "Yeme!" diye bağırdı adam ona doğru ilerlerken. Bacakları tutmadı ve tekrar tökezledi. "Seni tekrar kaybedemem." Solgun dudaklar arasından mideye yol alan ekmek parçasını çiğnemedi bile kadın. Yüzünde hiçbir değişim olmamıştı. Morarmadı, morarmalar yeşile bürünmedi, kollarında, omuzlarında çizikler oluşmadı, kafasının arkasından kan akmadı, en önemlisi de gözleri kapanmadı bu sefer. Ellerini uzattı ona doğru. Beden bir adım geriledi. Tamamen ayağa kalktığında sineklik açıldı ve kadın kendini dışarı, ekinlerin arasına attı. Hastalıktan ölen insanlar dans ediyordu ellerinde buğdaylarıyla. İyileşmişti herkes, gerçekten herkes iyileşmiş miydi? Işıklar üstlerine vurmuştu, eşlik ediyordu. Kadın koştu, hiç tökezlemeden havada süzüldü. Arkasından gelen adamdan kahkahalarla kaçıyordu. Durduğunda kimse kalmamıştı etrafta. Rüzgâr bile susmuştu. O büyük gürültüye kadardı bu suskunluk. Tiz ses havadan işgal ediyordu adamın kulaklarını. Elleriyle kapatıp yere diz çöktü. Ekinler boyunu geçiyordu, gözlerini yumdu. "Kes şunu!" damarlarını delip geçene haykırdı. "Ona karşı çıktın. İstediğin şeyi söylemek ona karşı çıkmaktır." Karısı söylemişti bunu. Acıyarak bakıyordu yerdeki adama." Bunu zaten biliyorsun. Ölüyü diriltemezsin psychí*. Ölüyle ölebilirsin ama senin ölecek bir bedenin bile yok. Her geçen gün de kendi cehenneminde boğulmaya mahkûmsun." "Senin yüzünden." dedi ona sürünen adam. Başına gelecekleri bilir gibi tuttu kadının ayak bileklerini. "Kendi günahlarını başkalarının boynuna bağlama, buraya sen hapsettin beni." Son bir yakarış koptu adamın dudaklarından yer yarılmadan hemen önce. Ekinlerin arasına çekilen vücudu son bir umutla beyaz bileklere tutundu, tırnaklarıyla çizdiği yerler kanadı ve altındaki uçuruma düştü damlalar. Geriye kalan koyu kırmızı sıvı bitkilerin köklerine dağıldı, kırmızı buğdaylar yükseldi göğe kadar. Tutunamadı. Düşerken son kez ona baktığında gördüğü şeyler mutlulukla parlayan bir çift mavi gözdü. "Bizim işimiz bitti abi." ses elemanlardan birinden geliyordu. Sona kalanlardan... Başını salladı yavaşça, bu onun gidin, deme şekliydi. Botların yere vurulurken çıkardığı seslerle rüzgâr ekinlerin arasından dans ediyor, günün kötü hissiyatını savurmak için sanki ağzından bir şeyler geveliyordu. Bu öyle bir danstı ki kimi çiftçiler bunu görmek için eker, biçer sonra da toplarlardı. Gizli bir mesajlaşma gibi. Hastane odasında tüplerin arasından girdi bulutun arkasına saklansa da kaçamayan güneşin parıltısı. Rüzgâr çenesini, boynunu okşadı komadaki adamın. Uzaktan hemşirelerin sesi duyuldu sadece. "Kazadan sonra komaya girmiş. Şimdi de kendi cehenneminde tekrar tekrar boğulmaya mahkûm." Defne Naz Canoğulları HZ-C |